7 Aralık 2011 Çarşamba

Nepal'in Gece Yolcuları


Gecenin zifiri karanlığında kırmızı pikabımız ağır ağır yol alıyordu. Bir yanımızda üzerimize kapaklanacakmış gibi yükselen kapkara gövdesiyle Kop Dağı, diğer yanımızda sonunu seçemediğimiz derin uçurumlar. Tüm aile aracın içine büzülmüş, adeta kaybolmuş gibiyiz. Babam pür dikkat arabayı kullanıyor ama keyfi yerinde gibi, radyo istasyonları aramaya çalışıyor. Annemse çok gergin ve mutsuz her an başımıza gelebilecek bir felaketin beklentisi içinde sürekli söyleniyor bir umut sözcüğü ya da pişmanca bir kabulleniş tüm duymak istediği. Ama babam kararının doğruluğundan emin susuyor.


“Erken çıksaydık da bu saatlere kalmasaydık , çocuklar kucakta iki büklüm uyuyorlar,önümüzü göremiyoruz! Ya karşımıza eşkıya falan çıkarsa? Bu dağ başında her şey olur, kurdu da vardır, ayısı da hırlısı hırsızı da…Öfff görüyor musun şu başımıza geleni. Tamircide bir şeyden anlamıyordu sen demesen hiçbir yerine bakmadan bizi yollayacaktı bu dağ başına…”


Bir yandan arabanın motorundan gelen uğultu bir yandan annemin artık ne dediğini pek takip edemediğim ağlamaklı sesi ve radyonun dağın tepesine doğru iyice kaybolup sadece hırıltı çıkaran hışırtısı.


Son kasaba ,son köy ve son elektrik direkleri çoktan geride kalmıştı. Yol kenarında arada sırada fark ettiğim fosforlu trafik işaretlerinden başka bize eşlik edebilecek , tek şey tüm haşmeti ve göz kamaştıran ışığıyla parlayan Ay’dı ve benim de gözüm ondaydı. Bize yol gösteriyor aynı hızla hep yanı başımızda ilerliyor ve önümüzü görmemizi sağlıyordu. Ortamın ürkütücü havasından kurtulabilmek için başımı cama yaslayıp gözümü ondan ayırmadan başka hayallere dalmak istiyordum.


Ani bir fren sesi ve başımı hafifçe cama çarpma anından sonra babam arabanın direksiyonunu kırıp bir şeylerinin yanından hızla geçti. Annem korku dolu bir sesle


“Kimdi onlar!”diye bağırdı. “Bas gaza sür git, durma sakın!”

Babam anneme çıkışarak “Ne oluyorsun? Gördüm onları , iki tane turist, yazık garibanlar gece yarısı dağda kalmışlar.”Arabayı yavaşlatıp kenara çeken babam annemim tüm ikazlarına karşın çoktan arabadan inip onları beklemeye başlamıştı.


“Ben de el kol hareketlerini karanlıkta yanlış anladım meğerse durmamızı istemişler.”Diyordu babam.


Karanlıkta koşarak yaklaşan iki silüet göründü, bu arada babam pikabın arkasına yöneldi. İki kardeşim uyanmış şaşkınlıkla olan biteni anlamaya çalışıyorlar, hep birlikte arabanın arka camından dışarıyı seçmeye çalışıyorduk. Kocaman sırt çantaları ve parkalarıyla nefes nefese koşuşturan iki gencin babama İngilizce bir şeyler söylediğini duydum. Babam da onlara arabanın arkasını göstererek “Atlayın… Atlayın” dediğini duydum. Onlar arkada yerleşip oturmaya çalışırken babamda pikabı çalıştırdı. İçimi müthiş bir sevinç kaplamıştı. O ıpıssız dağ başı birden şenlenmiş, kalabalıklaşmıştık. Gecenin hüznü ve kasveti eriyip gitmişti içimde. 1968 1970 yılları Tüm dünya gençliğinin en büyük ideali Nepal’e gitmek ve Nirvana’ya ulaşmaktı. İstanbul’dan Ağrı’ya uzanan geçiş yolları Eleşkirt’teki (Ağrı’nın ilçesi) bizim evin önünden de geçip Doğu Beyazıt’a doğru devam ederdi. Saçları tüm doğal halleriyle bellerine kadar uzamış gençler kimi kıvırcık saçlı, kimi sakallı sarışın, kimi kızıl beyaz tenli kızlar erkekler çoğunlukla üzeri açık jeeplerle kimileri minicik Fransız arabalarda, citroen’ler ,wolsvagenler karavanlarla bazen üzeri rengarenk boyalı minübüslerle kapımızın önünden geçerlerdi. Onlara bir anlık el sallama ve onlardan gelen bir Hi ,hello sözcüğüne bağrışarak cevap vermekle bizde o yolculuğun bir parçası ve o çiçek çocuklarının bir üyesi olurduk adeta ama küçük erkek çocuklar bize inat her geçen arabayı taşa tutup tüm kibarlığımızı yerle bir ederdiler. Bazen sırt çantaları ile otostop yaparak gidenlere rastlardık, yol boyunca peşlerinden bir süre gizlice takip eder çaktırmadan incelerdik. Şimdi Trabzon Erzurum yolu üzerinde Zigana ve Kop dağlarını aşıp gece yarısı karşımıza çıkan bu cesur çocuklar kim bilir hangi nedenlerle yollarını uzatıp rotalarını değiştirmişlerdi.


Dayanamayıp arkaya onlara bakma isteği duydum ama yoktular “Baba arabayı durdur aşağı mı düştüler!” Babam arkaya bakmak için kenarda durdu arabadan inince birden pikabın içine uzanıp üşümemek için üstlerini tamamen örten gençleri görünce gülmeye başladı. Onlar da ne olduğunu anlamaya çalışıp doğrulmaya kalkışınca“Tamam tamam , okey okey” diyerek tekrar direksiyona geçti.


Yarı uykulu yarı hayallerin ortasındayken babamın sesiyle kendimize geldik “Haydi bakalım şu ilerideki ışıklı yer lokanta. Bir şeyler yiyelim kendimize gelelim.”


Turistlerle birlikte küçücük lokantadan içeri girdik hep birlikte bir masaya oturduk. İçeride bulunan birkaç kamyoncu bize tuhaf tuhaf bakıp ne olduğu anlamaya çalıştılar. Babam “Haydi kızım konuş bakalım sen İngilizce biliyorsun nereden gelmişler ne yemek istiyorlar.” Ben orta okul İngilizcemi sayfa sayfa gözümün önünden geçirmeye çalışıp,yeni yeni öğrenmeye çalıştığım Mr. And Mrs Brown diyaloglarını anımsarken onlar da ben den çıkacak ilk soruyu merakla bekliyor gibiydiler.”How are you ? what is your name? My name is Aydan were you from? Are you eat ? water? this is bread kuru fasulye pilav hoşaf are you want?”


Hayatımın en uzun İngilizce konuşmasını İngiliz iki gençle yapmıştım. Lokanta’daki herkes onlarla konuştuğumu görmüş belki beni de İngiliz sanmıştı. Kimsenin böyle düşünmeyeceğini bile bile yine de ben öyle düşünmek istiyordum.

Sabaha karşı Eleşkirt’e gelmiştik. Babam o zamanın tek oteli önüne pikabı çekmiş turistleri arkada yattıkları yerden uyandırmaya çalışıyordu. “Haydin bakalım yolculuk buraya kadar, size oda ayarladım yatar sonra da yolunuza gidesiniz”

Ardından ben devreye girip onlara açıklamaya çalışıyorum “No mani no mani nothing okey… by by see you again gud night.”


Yolculuğumuzla birlikte benimde birkaç saat süren hippiliğim sona ermişti onlarla Nepal’e gidemesem de yolculuklarının bir bölümüne dahil olmuştum. Ben de bir çiçek çocuk, bir hippiydim.


Aydan Selman

Temmuz/ 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder