28 Kasım 2012 Çarşamba

AĞRI DAĞINDAN UÇTUM


Çok çok uzaklarda dumanlı başından karları hiç eksik olmayan, eteklerinde keçeden heybeleriyle hayvanlarını otlatan çobanların yaşadığı ulu kocaman bir dağ varmış. Issızlığın ortasında koyunların boyunlarındaki çıngırak seslerinden, çalıların arasında gezinen rüzgar fısıltısından başka ses duyulmayan yerden, birkaç yeşil ağaç ve ince ince tüten dumanlarından köy olduğu fark edilen taşa toprağa bulanmış evlerine bakarmış çobanlar. Bütün gün hayal kurmaktan başka yapacak hiç bir şey bulamadan alabildiğine uzanan boz ovalara , kıvrılarak giden toprak yollara , o yolların minik tepelerin ardında kayboluşlarına ve başka yerlerdeki başka hayatlara uzanışlarına bakar, hayal etmeye çalışırlarmış hiç bilmedikleri hiç görmedikleri şeyleri…O yollardan gelenlerin anlattıkları da bir sonraki günün hayallerini daha zengin kılarmış. Işıklı şehirler, apartmanlar, kalabalık caddeler, deniz, vapur, beyaz tenli, çıplak bacaklı , sarı saçlı kadınlar, para karşılığında alınan şeyler.
               Heybelerinden çıkarttıkları tandır ekmeği ve bir baş soğanı yerken; baklavayı, kebapları, dumanları üzerinde bol kepçe lokantaları düşünürlermiş. Henüz şehre inmemiş bu kara kuru genç çobanlar hiç bilmeden, sadece anlatılanlardan yola çıkarak… Çeşni olsun diye azıklarının yanında kuş ekmeği, boğa dikeni, ışkın’ı  kaçakçılardan aldıkları işlemeli çakıları ile soyar temizler, ekmeklerine katık ederlermiş. Çalılardan koparttıkları dikenle dişlerini karıştırırken toprağa uzanıp, göğün içinden doğup aşağılara ayak uçlarına kadar inen kocaman dağa bakarlarmış. Biraz ürkek, tedirgin ve saygıyla hayalleri yön değiştirir, dağla ilgili anlatılanları düşünmek istemeseler de yine de her biri ardı  ardına üşüşürmüş akıllarına.  
            Sihirli bir dağmış burası. Tepesinde ne varsa , o karların buzların zirvesinde, mitolojik bir canavar mı yoksa yanındaki küçük kız kardeşi olan dağla geçinemeyen aksi bir kadının  taşa   çevrilmiş kötü ruhu mu? Bu dev dağ kadın kimsenin yukarı çıkmasına izin vermezmiş. Dünyanın dört bucağından dağcılar gelip tüm gün dağa çıkar, hava karardığında uyumak için kamp kurarlarmış  Yarına zirveye biraz daha yakın olacağız sevdasıyla uykuya dalar, gözlerini açtıklarında kendilerini aşağılarda başladıkları noktada bulurlarmış. Dağ onları bir türlü misafir etmek istemezmiş, ileriye gitmek isteyenler karlı bölgeleri aşıp zirveye yaklaşırken… Kimi zaman da yutarmış dağ onları, sislerin içine hapseder kimilerini aşağılara sonsuz kuyu gibi boşluklara itiverirmiş. Bu dağın en büyük sırrı ki bunu tüm evrende merak etmeyen yokmuş. İçinde bir gemi barındırırmış. “ Nuh’un Gemisi
                   Çocukluğum Ağrı Dağ’ının yakınında Ağrı şehrinin Eleşkirt  kasabasında geçti. Bazen Nadime Nine’nin anlattığı öykülerine karışırdı Ağrı Dağı Efsaneleri. Şadyan Köy’ünden evine, torunlarına bakabilmek için ekmek toplamaya  -Öyle söylerdi-  yürüyerek iki büklüm inerdi kasabaya.  Her gün çamaşır yıkamaya bir eve gider ,yıkadığı çamaşırların karşılığında evin hanımı ona, un ekmek, ya da evde ne varsa köyüne götürebileceği eski giysiler, ayakkabı ıvır zıvır verir, gün batarken sırtında çuvalı dönerdi köyüne. Bize geldiğinde o çamaşırları sıcak suda kızarmış ve buruş buruş olmuş elleriyle çitilerken bende onun yanı başına oturur ”Haydi hikaye anlat!” diye tuttururdum
             “Ben hikayat mikayat bilmirem, bilsem de söylemirem.” diye söze başlardı. Ardından upuzun tekerlemesine başlayınca anlatmayacak  mı kaygısı neşeye karışır, onun dişsiz ağzına biriken iğrenç beyaz akıntıya aldırış etmeden dudaklarından, ağzından bal akıyormuş gibi pür dikkat dinlerdim onu. Şimdi anlattığı öykülerin sadece büyüsü kaldı aklımda. Uzun yıllar önce yaşadığım o kente dair de her şeyin sadece büyüsü…
Her yaz bir yanda sapsarı buğdayların saplarından ayrılması için kızak gibi iki hayvanın  çektiği dövene biner,  taze buğday kokusuyla başak sarısı bir dünyanın içinde başım dönene dek masmavi gökyüzü ve pamuk beyazı bulutlarla kendimden geçinceye kadar dans ederdim. Bu dansımı kışın buz tutmuş kentin ana caddesinde atların çektiği kızakların üzerinde , kirpiklerim buz tanecikleri ile doluşurken, gökyüzüne başımı kaldırır, milyonlarca kelebeğe benzeyen kar tanecikleri ile sürdürürdüm
            “For your informatıon”, “My my Delilah”, “Yesterday”, “Ayrılanlar için” … Plaklar dönerken minicik pikabımda , dans ederdim. Uzun saçlarım Yoko Ono gibi ortadan ayrık ve hep gözlerimi kapatırdı. Babam kızardı. “Şu saçlarını arkadan toplasana, yemek yerken içine girecek. hem de güzel yüzünü kapatıyorsun” On üç yaşındaydım ama kocaman bir genç kız gibi görünüyordum. Kürt delikanlıların gözü bende. Kimisi pencerenin içine aşkından deli divane olduğunu yazan pusula koyuyor, kimisi küçük kardeşi ile bana haber uçurtuyor; “Ağabeyim seni kaçıracakmış.”  Okula giderken başımı yerden kaldıramıyorum. Dükkanların önünde dizilmiş gençler sırıtarak kızlara laf atıyorlar. Hepsinden nefret ediyorum. Ağlıyorum, sinirleniyorum. Ben benimle ilgilenmeyen büyük erkekleri beğeniyorum. Komando giysileri içinde teğmenleri, Kente zaman zaman gelen sarışın kibar misafirleri , Cüneyt Arkın’ı  özellikle Nepal’e gitmek için yollara düşmüş, her gün kapımızın önünden geçen turistleri. Hippi çağını yaşıyorduk. Amerika’dan Avrupa’dan rengarenk boyanmış  minübüsleri  üstü açık jipleri , sırtlarında  parkaları, uzun saçları rüzgarda savrula savrula  kızlı erkekli binlerce insan… Yakışıklı, genç tüm çiçek çocuklar hepsi bizim kapımızın önünden geçip, mavi gözleri ile bana gülümsüyordu. Ben de onları “Bye  bye “diye bağırıp el sallayarak uğurluyordum. O zaman onların nereye gittiklerini bilmiyordum. Turist görmek o kadar sıradandı ki bizim için, tek istediğim onların jipine binip, tekrar geri gelebileceğim yere kadar onlardan biriymişim gibi birlikte seyahat etmek..     
                Bir keresinde bu hayalim gerçek olmuş, Zigana Dağ’ında gece vakti otostop yapan iki turist genci babam arabamıza almıştı. Orta iki öğrencisi olan ben, babamın ısrarlarıyla onlarla İngilizce konuşmuştum. “Hello”,  “ How  are you?”,  “Thank you”,  “Wath is your name?” ne müthiş bir geceydi benim için. Birlikte bir dağ lokantasında kuru fasulye pilav yemiştik ardından babam onları Eleşkirt’e vardığımızda otele yerleştirmişti. “Bunlar benim misafirlerim, para almayın hesabı sonra ben öderim. Uyuyup, dinlenip yollarına öyle devam etsin  garibanlar.”  demişti. Sonrada turistlere cadde üzerinde ki tek katlı harabe binayı göstererek  “İşte burası!  Dingo’nun Ahırı.” Elini başının altında yastık gibi yaparak gülmüştü.  “Haydi uyuyun biraz!”  İçimde tarifsiz bir mutluluk  ve gönül rahatlığıyla eve dönmüştüm. Otel kötüde olsa sabaha karşı otostop yapan iki genci dışarıda yol kenarında bırakmamıştık. Onlarca yolu yürüyerek   kat etmeleri  beni hayrete düşürüyor, hayranlığımı bir kat daha arttırıyordu.                                                                                                 
         Şimdilerde aynı yolu otostopla yürümeye cesaret edenler var mı? Bunca ışıklı konaklayabilecekleri benzin istasyonları, yol boyunca çok daha fazlalaşan trafik, Jandarma ve Polis kontrolü… Ama dünya değişti… Her şey değişti... İnsanlar, politikalar, beklentiler, kutsal saydığımız değerler.. Savaşan bir dünyada, savaşın gerçek nedenleri ki  bunun cevabını bulamadan ülkeler yeni bir savaşın içinde buluyorlar kendilerini. İnsanoğlu her gün biraz daha çirkinleştiriyor dünyayı... Zehirliyor, yakıyor kurutup çöle çeviriyor. O naif beyinler mutasyona uğrayıp daha bir acımasızlığa yöneliyor. Turistler, Ağrı sınır kapısına oradan da Tibet’e giden onca yolu şimdi yürüyerek gidebilirler mi? Teröre kurban olmadan sınırı geçebilseler bile hangi yolu deneseler bir savaşın içinde bulacaklar kendilerini. Mayınlara basmadan, tanklardan, füzelerden binlerce parçaya bölünmeden yürüyebilselerdi keşke.
         Babam Ankara’ya iş seyahatlerine giderken, annemi ve biz üç kardeşi komşulara gönül rahatlığıyla emanet ederdi… Henüz ayrımcılığın, terörün ne olduğu bilinmezken. Bizi tek korkutan uzun paltosu, elinde dirgeni ile dolaşan deli Kemal’di. Çocukları görünce elindeki dirgeni sallayarak “Benim oğlum, kırmızı oğlum! “ diye peşlerinden koşturur, onları korkuturdu. Kimi zamanlar da aç kaldığı için köy basıp yiyecek içecek isteyen hapisten kaçmış birkaç gariban eşkıyadan söz edilirdi. Sonra ve sonra… Nasıl olmuşsa olanlar olmuş, dış güçler, içimizdeki düşman o masum kasabaların üzerine karabasan gibi çökmüştü. Tertemiz yürekler nifak tohumları ve kinle beslenmiş, o güzel çobanlar evine para götürebilmek için belki de silahla kendilerini daha güçlü hissedebilmek için, dağlarda, kamplarda ülkeyi iç savaşla çökertmeye çalışan canavar beyinlerin tutsağı olmuş, kendi canının, kendi insanının ölümüne ve giderek yok olmasına neden olmuştu
         Ağrı Dağ’ndan uçup çayır çimene düşen o eski çobanlar yok şimdi. Çiçek çocukları da geçmiyor o yollardan. Ölüm sessizliği var o yollarda. Asker anaları karakışından korkarken bir zamanlar, şimdi hain terör kurşunlarından korkuyorlar. Cüneyt Arkın’a aşık kızlarda yok duyduğuma göre çünkü Ağrı’nın sineması da kalmamış şimdilerde. Ve  hayretle öğrendim ki doksanlı yıllardan sonra gelmiş kimi köylere elektrik, televizyon... Laz bostancının sarı ayvaları, kestaneleri damağımda tat kalmış. Keşanlı Safiye hanımlar, Ödemişli Nevzat beyler de çoktan göç edip gitmişler. Doktor Turgut Bey kasabayı ve halkını çok sevip oralı olmuşken, şimdi öğretmenler, doktorlar, su işlerinde çalışan mühendisler de tayinlerini tez zamanda  başka yerlere aldırıyorlar. Terör kaçırttıkça medeniyette giremiyor doğuya. Okuma yazma olmayınca da terör bitmiyor Bu nasıl bir kısır döngü?  Oysa ki kızımı da alıp bir kara trene binebilseydim, Ağrı Dağ’ının çayır çimenini bir daha görebilseydim… Keşke  Ağrı Dağ’ı bana çocukluğumu geri verebilseydi.

SİNEMA


 “Bugün sinemaya gelecek misin?”
“Bilmem annemi kandırabilirsem... Ne oynuyor?”
“Hülya Koçyiğit’le Ediz Hun’un filmiymiş. İsmini bilmiyorum”
“Annemin en sevdiği artistler. Kandırırsam geliriz.”
“İyi o zaman giderken size sesleniriz.”

Genç kız neşeyle eve girdi.
“Anne yeni bluzumu giyeyim mi?”
“Bugün mü?”
“Evet anne Dilek'ler de sinemaya gidiyorlar, herkes gidiyor film çok güzelmiş.”

Salı günleri yaşadığımız Ağrı'nın bu küçük kasabasında hanımlar matinesi olur; yaşlısı, genci, zengini, fakiri hemen hemen tüm kasaba kadınları sinema gününü iple çekerlerdi. Hanımlar matinesini sadece kızlar değil delikanlılar da iple çekerdi. Görme fırsatı bulamadıkları, sevdikleri güzel kızları sinema sokağında bekler, sözleşmiş gibi hepsi birden oralarda volta atarlardı. O gün bütün kızlar Hülya Koçyiğit, tüm erkekler Ediz Hun oluverirdi. Bizim de en büyük zevkimiz mutlaka büyük cepli pantalon ya da etek giyip, annelerimizden aldığımız yirmi beş kuruşla sinema önündeki çekirdekçiden sımışka almaktı. Sımışka çekirdeğin kürtçesi sanırım. Diğer bir cebimizde de mutlaka mendil olurdu. Çünkü ağlamadığımız tek bir film hatırlamıyorum. Sinema çıkışı herkesin gözleri şişmiş, kızarık burunlu yüzlerimizi birbirimizden saklayarak eve dönerdik. Bir film ne kadar acıklıysa o kadar güzel demekti. Bir keresinde ‘Şirvan’ adlı bir köy filmi gelmişti, tüm sinema hıçkırıklara boğulmuş sarası olan bir kadın sıkıntıdan düşüp bayılmıştı. Daha sonra ne zaman bir film gelse herkes ‘acaba Şirvan kadar güzel mi?’ diye birbirlerine sorar fikir edinmeye çalışırlardı.  Sinema binası da başlı başına bir komedi ortamıydı. Tüm duvarlar film afişleriyle kaplıydı. Eski sararmış sinema perdesi önünde çocuklar ışıklar sönünceye kadar perdeden akseden ölgün gölgeleriyle kötü adamları yenen esas oğlanlar olurlardı. Taş zemini çukurlarla doluşmuş salonda karanlıkta giderken ayaklarımız mutlaka bir çukura girerdi ve  tökezleyerek birbirimize tutuna tutuna ilerlerdik. Sinemanın çıkış kapısı o kadar eski  bir tahta kapıydı ki, deliklerinden, tahta aralarından dışarının ışıkları içeriye süzer, dışarıdan da gözlerini dayayanlar içeriyi ve filmi izleyebilirlerdi. Saat tam iki olunca ışıklar söner, sinemacı siyah bir perde getirip kapının üzerine asardı. Karanlıkta film başladı başlayacak birden kapı yumruklanır, sinemacı koşar kapıyı açar “Ahmet Bey’in hanımı, gelini geldi” derdi. Onlara acele yer gösterir, makiniste ıslık çalar, perdeyi kapatırdı. Kapı yeniden yumruklanır Mehmet Bey’in hanımı karısı çocukları gelmiştir. Her matine günü mutlaka geç gelen birileri olurdu, herkes de bu duruma alışkın bekler dururdu.
Bir gün anneme “Samson and Dalida” filmine gidelim diye tutturdum. Biz de geç kalmıştık, ama annem sırf benim hatırım için işini gücünü bıraktı, sinemaya koştuk. Kapılar kapanmıştı. Kapıyı yumruklayıp açtırdık ama hiç yer kalmamıştı. Sinemacı bizi en arkaya koyduğu iki sandalyeye oturttu. Ama ne yazık kı uzun boylu kadınlar önümüze oturmuşlar, ufak tefek annem ve oniki yaşındaki ben arkada karanlıkta hiçbir şey izleyemeden öylece filmi dinlemiştik. Annemin sitemlerinden birkaç hafta sinema lafı edememiştim.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Yaz Gecesi



    Salondaki vitrinle koltuklar arasına sıkıştırdığım bilgisayar masasında sıcaktan zaman zaman başımı ve sol elimi duvara yaslıyorum. Pencerenin iki kanadı da açık ve diğer tüm odalarınki de ama nafile… Ne gece esintisi var, ne de duvarlar elimi serinletecek  kadar soğumuş. Kalkıp pencereye doğru yürüyorum.Karşı apartmandaki çoğu ev çoktan uykularına dalmış,kimisi zaten yaz tatilinde kimisi de benim gibi uyuyamamış minik bir ışıkla gecenin kalanına devam ediyorlar. Tv ve insan sesleri çoktan kesilmiş şehir trafiğinin o alttan gelen uğultusuna fabrika gürültüleri ve köpeklerin ara ara bir koroya dönüşen uzun havlamaları karışıyor. Gecenin köründe geceliğimin düşen askılarını el alışkanlığıyla düzelterek pencereden dışarı uzanıyorum.Şehrin ışıklarından gökyüzü gündüz gibi aydınlık. Bulutların geçişini izliyorum ve her seferinde aynı rotadan geçen bilmem kaçıncı uçağı.

     Yıldızlarla dolu bir gecede yaz üçgenini bulmayalı ne çok zaman oldu, şehir dışına çıkmayalı bir denizin dalgasında yakamozları görmeyeli, ıslak kumlara ayağım değmeyeli, hanımeli kokularına bulanmayalı… Ne çok…Oysaki dışarıda bir dünya var apartman aralarından göremediğim bir gece yaşanıyor,geceler bir bir yaşanıyor,gece olduğunu bile bile hissede hissede kokusuyla,karanlığıyla mehtabı,içkisi,sahili,çay bahçesi,çoluk çocuk bisikleti,dondurması,halı sahası,kapı önü eşiği,sitelerin kamelyası,arka bahçeler,balkonlar,duvar kenarları,lunaparklar,damlar,karpuzcu sergileri,yol lokantalarıyla yaşanıyor…Kayıklarda şarkılar mırıldanılıyor, gündüz güneşlenilen şezlonglarda yıldız kaymasına dilekler tutuluyor.Şairin dediği gibi “Bir bira dolusu dudaklar” öpülüyor…Ara sokaklardan sokak lambası ışıklarıyla ayrı bir büyüye dönüşmüş yazlık evlerin çiçeklerinden bahçeye taşan Begonviller,borazan çiçekleri minik minik aşırılıp sevgiliye gecenin hediyesi olarak sunuluyor.Yanık tenler bembeyaz tişortlarla daha bir bronz, saçlara deniz kokusu sinmiş savruluyor…

     “Yıllar ne çabuk geçti o günler arasından” ve biz “Heybelide her gece mehtaba çıkardık” Yalnız Heybelide mi… Kumburgaz’da, Bodrum’da, Marmaris’te, İzmir’in tüm sahil kasabalarında…”Mehtaplı gecelerde hep seni andım “Şarkısıyla başlar “Geceler geceler ah geceler” şarkısıyla geceyi tamamlardık ada akşamlarını…Sahil kenarında çekirdekli uzun yürüyüşler… Barlar sokağının yaz magazinlerine konu olduğu o yıllar ve sonrası ve de sonrası… Şimdi tek isteğim bu sıcak yaz gecesi muhteşem bir Penguen dondurması Bodrumdan… Buz dolabında büfeden alınmış dondurmalardan mı yesem? Çikolatalı Magnum… sevsem de… Ne dondurma dondurma gibi,ne yaz yaz gibi ne de ben eski ben gibiyim…Şimdi koca şehrin en kalabalık yerinde her birimiz dikdörtgen evlerde dikdörtgen kutucuklara sanal zincirlerle tutunmuşuz ve pencereden bir uçurtma gibi kendimi geceye ve de yaza salamıyorken,karşı aparmanda vantilatöre yapışan adamı izliyorum.Kulağımda eski bir Zerrin Özer şarkısı:

Ne güzel geçmişti bütün bir yaz
Başımda kavak yelleri esen o yaş
Bense hanımeli kadar beyaz
Çalmıştınız kalbimi bilmeden biraz

Nasılda koşuşurduk bahçelerde
Şarkı söylerdik mehtaplı gecelerde
Sen bana ben sana komşu evlerde
Kök sarmaşıklar gibi sarıldık o yaz… 

Ve dilime gün boyu dolanan bir Birhan Keskin şiiri …
sevgilim beni geçmiş yazlara sal
ılık yaz akşamlarına
denizin ve göğün ritmine sal
dalganın ve günün beyazına.
sen de kıyısında kal dalgaların
gülümse.

sevgilim beni geçmiş yazlara sal
küçük ve kırık aşklara
limanların plonje çekilmiş fotoğraflarına sal
aylaz çiçeklerine evlerin, bakımsız sokaklarına.
sen de bir ucunda kal balkonların
gülümse.

sevgilim beni geçmiş yazlara sal
uzun mendireklere, akşamın alacasına
yorgun dönülen pansiyon odalarına sal
sen de kapı aralığında kal odaların
gülümse,
anı oluyor fotoğrafların.  


9 Şubat 2012 Perşembe

Kırmızı Tramvay

Kırmızı bir tramvay öptü beni. Siz… Yanınızdan gelip geçerken fark edebildiniz mi onu? Geçmişten geleceğe uzanan bir hat ve her durağında binlerce anı. Hala şansınız var. Kırmızı tramvaya yetişip sarılın,onu yakaladığınız için mutlu olun ve umutlarınıza doğru yola çıkın.Kırmızı tramvayın elini hiç bırakmadan…   

3 Şubat 2012 Cuma

Kar Küresinde Çocuk Olmak




İlk okuldaydım, tüm kışı karlar altında yaşamak zorunda olduğumuz Ağrı’da toprak damımızın her noktasından kar suları evin içine akmaya başlayınca babam kararını verdi. “Haydi toparlanın hazır şubat tatili madendeki şantiye evine gidiyoruz, bu arada ev sahibi de damdaki karları küretir yeni toprak attırır üzerine.”



Annem ağlayarak perişan hayatına ve babama sitemler ediyor, bir yandan da yapacak başka bir şeyi olmadığından çaresiz yanımıza alacağımız yiyecekleri üç beş tabak çanağı, ve yorgan yastıkları denklemeye çalışıyordu. Tüm evi her yanına dizdiğimiz leğenler, taslar ve içine akıp duran kar sularıyla baş başa bırakıp kapıya gelen kızağa oturduk. Altımızda keçe örtü üzerimizde yün yorgan tipi şeklinde yağan karla uça uça sessiz bir yolculuğa başladık. Arada sırada kardeşlerimle nerede olduğumuzu görebilmek için yorganın altından başımızı çıkarmaya çalıştığımızda annemin sesi kar bulutunda un ufak olup kulaklarımıza karla birlikte tozuyordu. Sonunda babamın işlettiği kömür madenine ulaştık. İşçiler eve taşınmamıza yardım ettiler. İki göz odadan oluşan, kalın taş duvarlı “pencereli” pencereli diyorum çünkü o bölgedeki soğuk kış şartlarından korunabilmek için sanırım köy evlerinde bazılarında pencere bulunmazdı. Dama açılmış soba deliği kadar yerden ışık alırdı kimi evler. Babam işçiler için yaptırmıştı bu evi. Maden’e yakın köylerden gelen işçiler akşam olunca evlerine dönüyordu ama bekçi ve bazen de isteyen o evde kalıyordu.



Metrelerce yağan kar ıssız dağ başını bembeyaz bir boşluğa dönüştürmüştü. Etrafta ne bir ağaç ne bir ev hiçbir şey yoktu. Hatta gökyüzü yer yüzü diye de bir ayrım göze çarpmıyor sürekli yağan bir kar ve ortasında cayır cayır yanan kömür sobasıyla sıcacık bir dağ evi, bacasından tüten dumanı ve lüks lambası ile aydınlanan bir penceresiyle dünyada yalnız başına kalmış bir ev…



Tüm gün pencerenin içine oturur, dışarıda yağan kar denizinde kayboluşumu izlerdim. Kar küresinde ki minik beyaz zerrecik gibi ordan oraya savrulup kimi zaman taa yukarılara çıkar bazen bir kar taneciğinin peşinden gider ama onu hemen kaybederdim. Tek eğlencem buydu. Kar taneleriyle uçuşmak. Annem dışarı çıkmamıza izin vermez, dağ başında hastalanırız endişesiyle sobayı hep canlı tutmaya çalışırdı. Tek güveni ateşti çünkü. Gece kimseler kalmayınca kapıda bekleyen iki kurt köpeği, bekçi ve de bize hayat veren sobamız.



Ne çok sıkılmıştım, şimdi pek anımsamıyorum sanırım ağlıyordum, sıkıntıdan minicik odadan yine kar tanelerine koşuyordum. Tek tek her yağan karla buluşuyordu gözlerim. Sayıyordum içimden. Geceleri ışıkta kristalindeki ışığı görmüştüm elmas gibi ışıltısını.



Sonunda babam şehre inmeye karar verdi havanın açtığı bir gün. Eksilen tüm yemek ve ilaç ihtiyacı için. Tüm gün kalın duvarlı pencerede babamın dönüşünü bekledim. Çünkü gelirken gazete ve dergi de getirecekti. Milliyet gazetesi alırdı babam bir ara Hürriyet almayı düşündüğünde çok üzülüp itiraz etmiştim. Çünkü benim okuduğum,takip ettiğim şeyler vardı ve onları çok seviyordum.



Sonunda babam neredeyse kapının önüne geldiğinde fark ettim silüetini, kardan adama dönüşmüştü. Ben babama değil elindeki paketlere atıldım. Her ay aldığı “Bütün Dünya” dergisi birkaç dergi daha ve bir haftalık Milliyet gazetesi.

Dedektif Nik, Abdülcanbaz, Fatoş ile Basri, Hasbi Tembeler… Evin içi birden kalabalıklaştı. Her yanımı dostlarım arkadaşlarım sarmıştı adeta. Yalnızlığım babamın paltosundan süzülüp eriyen kar zerrecikleri gibi yok olup gitmişti. Sonrasında zaman nasıl geçti hiç anımsamıyorum…

19 Ocak 2012 Perşembe

“Bir seviyi anlamak bir yaşam harcamaktır... Harcayacaksın…”

Bir yaşamı tümden harcamak… Kimi zaman, hatta birçok zaman yetmiyor bir seviyi anlamaya. O zamanlar ki kendimizi, kim olduğumuzu anlayamadan karşımızdakine harcanan yaşamlar… Bazen anlamaya çalışırken elimizden kayan, sürekli yer ve şekil değiştiren duygular. Tıpkı bir denizin üzerinde oluşan birbirini kovalayıp iç içe geçen ve renk değiştiren dalganın resmini yapmak kadar zor ve takip edilemez bir durum… Bir seviyi anlamak kendimizi fark ettiğimiz gün başlıyor, kim olduğumuz, ne istediğimiz ve karşımızdakinden neler beklediğimizde. Tüm bunları keşfettiğimizde… Harcanan bir yaşam olsa da evet harcayacaksın çünkü “Seviyi” anlamış olacaksın...

3 Ocak 2012 Salı