28 Kasım 2012 Çarşamba

AĞRI DAĞINDAN UÇTUM


Çok çok uzaklarda dumanlı başından karları hiç eksik olmayan, eteklerinde keçeden heybeleriyle hayvanlarını otlatan çobanların yaşadığı ulu kocaman bir dağ varmış. Issızlığın ortasında koyunların boyunlarındaki çıngırak seslerinden, çalıların arasında gezinen rüzgar fısıltısından başka ses duyulmayan yerden, birkaç yeşil ağaç ve ince ince tüten dumanlarından köy olduğu fark edilen taşa toprağa bulanmış evlerine bakarmış çobanlar. Bütün gün hayal kurmaktan başka yapacak hiç bir şey bulamadan alabildiğine uzanan boz ovalara , kıvrılarak giden toprak yollara , o yolların minik tepelerin ardında kayboluşlarına ve başka yerlerdeki başka hayatlara uzanışlarına bakar, hayal etmeye çalışırlarmış hiç bilmedikleri hiç görmedikleri şeyleri…O yollardan gelenlerin anlattıkları da bir sonraki günün hayallerini daha zengin kılarmış. Işıklı şehirler, apartmanlar, kalabalık caddeler, deniz, vapur, beyaz tenli, çıplak bacaklı , sarı saçlı kadınlar, para karşılığında alınan şeyler.
               Heybelerinden çıkarttıkları tandır ekmeği ve bir baş soğanı yerken; baklavayı, kebapları, dumanları üzerinde bol kepçe lokantaları düşünürlermiş. Henüz şehre inmemiş bu kara kuru genç çobanlar hiç bilmeden, sadece anlatılanlardan yola çıkarak… Çeşni olsun diye azıklarının yanında kuş ekmeği, boğa dikeni, ışkın’ı  kaçakçılardan aldıkları işlemeli çakıları ile soyar temizler, ekmeklerine katık ederlermiş. Çalılardan koparttıkları dikenle dişlerini karıştırırken toprağa uzanıp, göğün içinden doğup aşağılara ayak uçlarına kadar inen kocaman dağa bakarlarmış. Biraz ürkek, tedirgin ve saygıyla hayalleri yön değiştirir, dağla ilgili anlatılanları düşünmek istemeseler de yine de her biri ardı  ardına üşüşürmüş akıllarına.  
            Sihirli bir dağmış burası. Tepesinde ne varsa , o karların buzların zirvesinde, mitolojik bir canavar mı yoksa yanındaki küçük kız kardeşi olan dağla geçinemeyen aksi bir kadının  taşa   çevrilmiş kötü ruhu mu? Bu dev dağ kadın kimsenin yukarı çıkmasına izin vermezmiş. Dünyanın dört bucağından dağcılar gelip tüm gün dağa çıkar, hava karardığında uyumak için kamp kurarlarmış  Yarına zirveye biraz daha yakın olacağız sevdasıyla uykuya dalar, gözlerini açtıklarında kendilerini aşağılarda başladıkları noktada bulurlarmış. Dağ onları bir türlü misafir etmek istemezmiş, ileriye gitmek isteyenler karlı bölgeleri aşıp zirveye yaklaşırken… Kimi zaman da yutarmış dağ onları, sislerin içine hapseder kimilerini aşağılara sonsuz kuyu gibi boşluklara itiverirmiş. Bu dağın en büyük sırrı ki bunu tüm evrende merak etmeyen yokmuş. İçinde bir gemi barındırırmış. “ Nuh’un Gemisi
                   Çocukluğum Ağrı Dağ’ının yakınında Ağrı şehrinin Eleşkirt  kasabasında geçti. Bazen Nadime Nine’nin anlattığı öykülerine karışırdı Ağrı Dağı Efsaneleri. Şadyan Köy’ünden evine, torunlarına bakabilmek için ekmek toplamaya  -Öyle söylerdi-  yürüyerek iki büklüm inerdi kasabaya.  Her gün çamaşır yıkamaya bir eve gider ,yıkadığı çamaşırların karşılığında evin hanımı ona, un ekmek, ya da evde ne varsa köyüne götürebileceği eski giysiler, ayakkabı ıvır zıvır verir, gün batarken sırtında çuvalı dönerdi köyüne. Bize geldiğinde o çamaşırları sıcak suda kızarmış ve buruş buruş olmuş elleriyle çitilerken bende onun yanı başına oturur ”Haydi hikaye anlat!” diye tuttururdum
             “Ben hikayat mikayat bilmirem, bilsem de söylemirem.” diye söze başlardı. Ardından upuzun tekerlemesine başlayınca anlatmayacak  mı kaygısı neşeye karışır, onun dişsiz ağzına biriken iğrenç beyaz akıntıya aldırış etmeden dudaklarından, ağzından bal akıyormuş gibi pür dikkat dinlerdim onu. Şimdi anlattığı öykülerin sadece büyüsü kaldı aklımda. Uzun yıllar önce yaşadığım o kente dair de her şeyin sadece büyüsü…
Her yaz bir yanda sapsarı buğdayların saplarından ayrılması için kızak gibi iki hayvanın  çektiği dövene biner,  taze buğday kokusuyla başak sarısı bir dünyanın içinde başım dönene dek masmavi gökyüzü ve pamuk beyazı bulutlarla kendimden geçinceye kadar dans ederdim. Bu dansımı kışın buz tutmuş kentin ana caddesinde atların çektiği kızakların üzerinde , kirpiklerim buz tanecikleri ile doluşurken, gökyüzüne başımı kaldırır, milyonlarca kelebeğe benzeyen kar tanecikleri ile sürdürürdüm
            “For your informatıon”, “My my Delilah”, “Yesterday”, “Ayrılanlar için” … Plaklar dönerken minicik pikabımda , dans ederdim. Uzun saçlarım Yoko Ono gibi ortadan ayrık ve hep gözlerimi kapatırdı. Babam kızardı. “Şu saçlarını arkadan toplasana, yemek yerken içine girecek. hem de güzel yüzünü kapatıyorsun” On üç yaşındaydım ama kocaman bir genç kız gibi görünüyordum. Kürt delikanlıların gözü bende. Kimisi pencerenin içine aşkından deli divane olduğunu yazan pusula koyuyor, kimisi küçük kardeşi ile bana haber uçurtuyor; “Ağabeyim seni kaçıracakmış.”  Okula giderken başımı yerden kaldıramıyorum. Dükkanların önünde dizilmiş gençler sırıtarak kızlara laf atıyorlar. Hepsinden nefret ediyorum. Ağlıyorum, sinirleniyorum. Ben benimle ilgilenmeyen büyük erkekleri beğeniyorum. Komando giysileri içinde teğmenleri, Kente zaman zaman gelen sarışın kibar misafirleri , Cüneyt Arkın’ı  özellikle Nepal’e gitmek için yollara düşmüş, her gün kapımızın önünden geçen turistleri. Hippi çağını yaşıyorduk. Amerika’dan Avrupa’dan rengarenk boyanmış  minübüsleri  üstü açık jipleri , sırtlarında  parkaları, uzun saçları rüzgarda savrula savrula  kızlı erkekli binlerce insan… Yakışıklı, genç tüm çiçek çocuklar hepsi bizim kapımızın önünden geçip, mavi gözleri ile bana gülümsüyordu. Ben de onları “Bye  bye “diye bağırıp el sallayarak uğurluyordum. O zaman onların nereye gittiklerini bilmiyordum. Turist görmek o kadar sıradandı ki bizim için, tek istediğim onların jipine binip, tekrar geri gelebileceğim yere kadar onlardan biriymişim gibi birlikte seyahat etmek..     
                Bir keresinde bu hayalim gerçek olmuş, Zigana Dağ’ında gece vakti otostop yapan iki turist genci babam arabamıza almıştı. Orta iki öğrencisi olan ben, babamın ısrarlarıyla onlarla İngilizce konuşmuştum. “Hello”,  “ How  are you?”,  “Thank you”,  “Wath is your name?” ne müthiş bir geceydi benim için. Birlikte bir dağ lokantasında kuru fasulye pilav yemiştik ardından babam onları Eleşkirt’e vardığımızda otele yerleştirmişti. “Bunlar benim misafirlerim, para almayın hesabı sonra ben öderim. Uyuyup, dinlenip yollarına öyle devam etsin  garibanlar.”  demişti. Sonrada turistlere cadde üzerinde ki tek katlı harabe binayı göstererek  “İşte burası!  Dingo’nun Ahırı.” Elini başının altında yastık gibi yaparak gülmüştü.  “Haydi uyuyun biraz!”  İçimde tarifsiz bir mutluluk  ve gönül rahatlığıyla eve dönmüştüm. Otel kötüde olsa sabaha karşı otostop yapan iki genci dışarıda yol kenarında bırakmamıştık. Onlarca yolu yürüyerek   kat etmeleri  beni hayrete düşürüyor, hayranlığımı bir kat daha arttırıyordu.                                                                                                 
         Şimdilerde aynı yolu otostopla yürümeye cesaret edenler var mı? Bunca ışıklı konaklayabilecekleri benzin istasyonları, yol boyunca çok daha fazlalaşan trafik, Jandarma ve Polis kontrolü… Ama dünya değişti… Her şey değişti... İnsanlar, politikalar, beklentiler, kutsal saydığımız değerler.. Savaşan bir dünyada, savaşın gerçek nedenleri ki  bunun cevabını bulamadan ülkeler yeni bir savaşın içinde buluyorlar kendilerini. İnsanoğlu her gün biraz daha çirkinleştiriyor dünyayı... Zehirliyor, yakıyor kurutup çöle çeviriyor. O naif beyinler mutasyona uğrayıp daha bir acımasızlığa yöneliyor. Turistler, Ağrı sınır kapısına oradan da Tibet’e giden onca yolu şimdi yürüyerek gidebilirler mi? Teröre kurban olmadan sınırı geçebilseler bile hangi yolu deneseler bir savaşın içinde bulacaklar kendilerini. Mayınlara basmadan, tanklardan, füzelerden binlerce parçaya bölünmeden yürüyebilselerdi keşke.
         Babam Ankara’ya iş seyahatlerine giderken, annemi ve biz üç kardeşi komşulara gönül rahatlığıyla emanet ederdi… Henüz ayrımcılığın, terörün ne olduğu bilinmezken. Bizi tek korkutan uzun paltosu, elinde dirgeni ile dolaşan deli Kemal’di. Çocukları görünce elindeki dirgeni sallayarak “Benim oğlum, kırmızı oğlum! “ diye peşlerinden koşturur, onları korkuturdu. Kimi zamanlar da aç kaldığı için köy basıp yiyecek içecek isteyen hapisten kaçmış birkaç gariban eşkıyadan söz edilirdi. Sonra ve sonra… Nasıl olmuşsa olanlar olmuş, dış güçler, içimizdeki düşman o masum kasabaların üzerine karabasan gibi çökmüştü. Tertemiz yürekler nifak tohumları ve kinle beslenmiş, o güzel çobanlar evine para götürebilmek için belki de silahla kendilerini daha güçlü hissedebilmek için, dağlarda, kamplarda ülkeyi iç savaşla çökertmeye çalışan canavar beyinlerin tutsağı olmuş, kendi canının, kendi insanının ölümüne ve giderek yok olmasına neden olmuştu
         Ağrı Dağ’ndan uçup çayır çimene düşen o eski çobanlar yok şimdi. Çiçek çocukları da geçmiyor o yollardan. Ölüm sessizliği var o yollarda. Asker anaları karakışından korkarken bir zamanlar, şimdi hain terör kurşunlarından korkuyorlar. Cüneyt Arkın’a aşık kızlarda yok duyduğuma göre çünkü Ağrı’nın sineması da kalmamış şimdilerde. Ve  hayretle öğrendim ki doksanlı yıllardan sonra gelmiş kimi köylere elektrik, televizyon... Laz bostancının sarı ayvaları, kestaneleri damağımda tat kalmış. Keşanlı Safiye hanımlar, Ödemişli Nevzat beyler de çoktan göç edip gitmişler. Doktor Turgut Bey kasabayı ve halkını çok sevip oralı olmuşken, şimdi öğretmenler, doktorlar, su işlerinde çalışan mühendisler de tayinlerini tez zamanda  başka yerlere aldırıyorlar. Terör kaçırttıkça medeniyette giremiyor doğuya. Okuma yazma olmayınca da terör bitmiyor Bu nasıl bir kısır döngü?  Oysa ki kızımı da alıp bir kara trene binebilseydim, Ağrı Dağ’ının çayır çimenini bir daha görebilseydim… Keşke  Ağrı Dağ’ı bana çocukluğumu geri verebilseydi.

1 yorum:

  1. Muhteşem bir yazı... anlatamayacağım kadar gerçek ve duru anlatımı ile insanı saran ve anlatıldığı yere götürüp bırakan bir yazı..
    Seni Kutlamama izin ver sevgili Aydan hatta sarılıp alnından öpmeme.. Geçmiş güzel günlerinin büyüsü ile tanıştırdığın için .. Ve kendi büyülü günlerime tekrar götürüp orada bıraktığın için..

    YanıtlaSil