24 Aralık 2011 Cumartesi

BOŞLUKTA

Bir yıldırımın düşme anından da çabuk olmuştu aşık olması. Minik bir dalganın kırılışı, bir güvercin gözünün hareketi ve bir soluğun alınışından, öte yandan belki bir ömür kadar da uzun sürmüştü o an … Gözleri onu görüp, beynine tanıtma sinyalleri yollayıncaya kadar, kalbine çoktan aşkın ok’u saplanmıştı ve onu çekip çıkarması artık hiçbir zaman mümkün olmayacaktı. Kirpiklerinin arasına sıkışmış bir görüntü, o anın görüntüsü hep gözbebeklerindeydi artık...

16 Aralık 2011 Cuma

DAR VAKİTLERDE

Işık bile yetmezdi dar vakitleri aydınlatmaya,

En tatlı anları, dar vakitte kesilirdi oyunların.

Elişleri örülmezdi dar vakitte,

Renkler silinir, sesler sessizleşirdi.

Ne kadar kısa sürse de dar vakitler,

Bir hüznün gölgesi hep bekleşirdi.


Aydan Selman

14 Aralık 2011 Çarşamba

Sanatçının Evrene Armağanı

Sanatçının evrene armağanı içindeki aşktı. Günü geldikçe seveniyle buluştu.

Sonsuza değin de buluşacak ve her seferinde bu aşk yeniden doğacak…



Dün gece arkadaşım Doğan Turan’la telefonda konuşurken bana bir şairin onu ne kadar heyecanlandırdığından bahsetti. Giresun’da yaşayan 85 yaşında ve en az 30 sevilen şarkının da güftecisi Ahmet Kaçar.

“Aydan; düşünebiliyor musun biz yıllarca onun şarkılarını yüzlerce kez nasıl da yürekten söyledik. İçtik, sevdik, efkârlandık her ortamda bilmeden ama büyük bir zevkle şarkılarıyla hayatımıza ne anlamlar kattık. Sen mesela; ‘İnleyen nağmeler’, ‘Unut beni kalbimdeki hicranla yalnız kalayım’, ‘Zeytin gözlüm sana meylim nedendir’… Bunları ne çok söylediğini bir düşünsene… Tüm bunlar olup biterken, hayatımız onun şarkılarıyla gelip geçerken o Giresun’un Görele ilçesinde kendi mütevazi hayatını sürdürdü. Ben” diyordu Doğan “Bu yaz ona düzenlenen saygı gecesinde tanıdım onu ve sahnede şiirini okudum büyük bir mutlulukla ve o şiir benim onunla buluşmamı sağladı, hatta bir tek mısrası…‘Ne mesut senin avuçlarına düşen damlalar kiremitlerden…’ ”



Bu konuşmanın ardından bende kendi adıma Edip Cansever’i düşündüm.

Sadece birkaç şiirini bilip severken günün birinde “Manastırlı Hilmi Bey’e Mektuplar”

okuyunca aynı duygularla nasıl da etkilenmiştim. Şiirin mısraları değildi beni heyecanlandıran ya da anlattığı öykü.

Tümünden yayılan bir kokuydu algıladığım,anlatamadığım bir histi.

Bir yakınınızın düğününe gittiğinizi düşünün. Birden çevrenizi tam olarak seçemezsiniz ama orada size

ait bir çok tanıdık yüz hemen gözünüze çarpar ve bildik, güvendik bir ortam olduğunu hissettirir bu yüzler.

Her tanıdık size ayrı bir yaşanmışlığı hatırlatır, kimine acır, üzülür, kimini de ne kadar

özlediğinizi fark edersiniz. Gecenin sonunda içinizde bin bir çeşit karmaşık duygularla, eşelenmiş anılarla ayrılırsınız oradan.

Ben de o şiirden böyle ayrıldım ve Edip Cansever’in yıllar öncesinde yazdığı şiiriyle bu günlerde buluştum.



Sanatçının evrene armağanı içindeki aşktı. Günü geldikçe seveniyle buluştu.

Sonsuza değin de buluşacak ve her seferinde bu aşk yeniden doğacak…






Şimdilerde ben Edip Cansever’i sevme zamanındayım. Doğan Turan ise Ahmet Kaçar’ı ve sanatçılar sevenleriyle sonsuza değin içlerindeki aşkı paylaşmaya devam edecekler.



"Ne mesut senin avuçlarına düşen damlalar, kırmızı kiremitlerden

Yeşil ipek tüllerin arkasında şimdi

Uzaklarda karlar altında bıraktığımız fakir kulübeler

Sisler içinde Zehra'nın mezarına da yağmurlar yağar.”

8 Aralık 2011 Perşembe




İki dilim muhabbet,bir kaşık huzur koyulaştıkça koyulaşıyor kahvemiz.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Nepal'in Gece Yolcuları


Gecenin zifiri karanlığında kırmızı pikabımız ağır ağır yol alıyordu. Bir yanımızda üzerimize kapaklanacakmış gibi yükselen kapkara gövdesiyle Kop Dağı, diğer yanımızda sonunu seçemediğimiz derin uçurumlar. Tüm aile aracın içine büzülmüş, adeta kaybolmuş gibiyiz. Babam pür dikkat arabayı kullanıyor ama keyfi yerinde gibi, radyo istasyonları aramaya çalışıyor. Annemse çok gergin ve mutsuz her an başımıza gelebilecek bir felaketin beklentisi içinde sürekli söyleniyor bir umut sözcüğü ya da pişmanca bir kabulleniş tüm duymak istediği. Ama babam kararının doğruluğundan emin susuyor.


“Erken çıksaydık da bu saatlere kalmasaydık , çocuklar kucakta iki büklüm uyuyorlar,önümüzü göremiyoruz! Ya karşımıza eşkıya falan çıkarsa? Bu dağ başında her şey olur, kurdu da vardır, ayısı da hırlısı hırsızı da…Öfff görüyor musun şu başımıza geleni. Tamircide bir şeyden anlamıyordu sen demesen hiçbir yerine bakmadan bizi yollayacaktı bu dağ başına…”


Bir yandan arabanın motorundan gelen uğultu bir yandan annemin artık ne dediğini pek takip edemediğim ağlamaklı sesi ve radyonun dağın tepesine doğru iyice kaybolup sadece hırıltı çıkaran hışırtısı.


Son kasaba ,son köy ve son elektrik direkleri çoktan geride kalmıştı. Yol kenarında arada sırada fark ettiğim fosforlu trafik işaretlerinden başka bize eşlik edebilecek , tek şey tüm haşmeti ve göz kamaştıran ışığıyla parlayan Ay’dı ve benim de gözüm ondaydı. Bize yol gösteriyor aynı hızla hep yanı başımızda ilerliyor ve önümüzü görmemizi sağlıyordu. Ortamın ürkütücü havasından kurtulabilmek için başımı cama yaslayıp gözümü ondan ayırmadan başka hayallere dalmak istiyordum.


Ani bir fren sesi ve başımı hafifçe cama çarpma anından sonra babam arabanın direksiyonunu kırıp bir şeylerinin yanından hızla geçti. Annem korku dolu bir sesle


“Kimdi onlar!”diye bağırdı. “Bas gaza sür git, durma sakın!”

Babam anneme çıkışarak “Ne oluyorsun? Gördüm onları , iki tane turist, yazık garibanlar gece yarısı dağda kalmışlar.”Arabayı yavaşlatıp kenara çeken babam annemim tüm ikazlarına karşın çoktan arabadan inip onları beklemeye başlamıştı.


“Ben de el kol hareketlerini karanlıkta yanlış anladım meğerse durmamızı istemişler.”Diyordu babam.


Karanlıkta koşarak yaklaşan iki silüet göründü, bu arada babam pikabın arkasına yöneldi. İki kardeşim uyanmış şaşkınlıkla olan biteni anlamaya çalışıyorlar, hep birlikte arabanın arka camından dışarıyı seçmeye çalışıyorduk. Kocaman sırt çantaları ve parkalarıyla nefes nefese koşuşturan iki gencin babama İngilizce bir şeyler söylediğini duydum. Babam da onlara arabanın arkasını göstererek “Atlayın… Atlayın” dediğini duydum. Onlar arkada yerleşip oturmaya çalışırken babamda pikabı çalıştırdı. İçimi müthiş bir sevinç kaplamıştı. O ıpıssız dağ başı birden şenlenmiş, kalabalıklaşmıştık. Gecenin hüznü ve kasveti eriyip gitmişti içimde. 1968 1970 yılları Tüm dünya gençliğinin en büyük ideali Nepal’e gitmek ve Nirvana’ya ulaşmaktı. İstanbul’dan Ağrı’ya uzanan geçiş yolları Eleşkirt’teki (Ağrı’nın ilçesi) bizim evin önünden de geçip Doğu Beyazıt’a doğru devam ederdi. Saçları tüm doğal halleriyle bellerine kadar uzamış gençler kimi kıvırcık saçlı, kimi sakallı sarışın, kimi kızıl beyaz tenli kızlar erkekler çoğunlukla üzeri açık jeeplerle kimileri minicik Fransız arabalarda, citroen’ler ,wolsvagenler karavanlarla bazen üzeri rengarenk boyalı minübüslerle kapımızın önünden geçerlerdi. Onlara bir anlık el sallama ve onlardan gelen bir Hi ,hello sözcüğüne bağrışarak cevap vermekle bizde o yolculuğun bir parçası ve o çiçek çocuklarının bir üyesi olurduk adeta ama küçük erkek çocuklar bize inat her geçen arabayı taşa tutup tüm kibarlığımızı yerle bir ederdiler. Bazen sırt çantaları ile otostop yaparak gidenlere rastlardık, yol boyunca peşlerinden bir süre gizlice takip eder çaktırmadan incelerdik. Şimdi Trabzon Erzurum yolu üzerinde Zigana ve Kop dağlarını aşıp gece yarısı karşımıza çıkan bu cesur çocuklar kim bilir hangi nedenlerle yollarını uzatıp rotalarını değiştirmişlerdi.


Dayanamayıp arkaya onlara bakma isteği duydum ama yoktular “Baba arabayı durdur aşağı mı düştüler!” Babam arkaya bakmak için kenarda durdu arabadan inince birden pikabın içine uzanıp üşümemek için üstlerini tamamen örten gençleri görünce gülmeye başladı. Onlar da ne olduğunu anlamaya çalışıp doğrulmaya kalkışınca“Tamam tamam , okey okey” diyerek tekrar direksiyona geçti.


Yarı uykulu yarı hayallerin ortasındayken babamın sesiyle kendimize geldik “Haydi bakalım şu ilerideki ışıklı yer lokanta. Bir şeyler yiyelim kendimize gelelim.”


Turistlerle birlikte küçücük lokantadan içeri girdik hep birlikte bir masaya oturduk. İçeride bulunan birkaç kamyoncu bize tuhaf tuhaf bakıp ne olduğu anlamaya çalıştılar. Babam “Haydi kızım konuş bakalım sen İngilizce biliyorsun nereden gelmişler ne yemek istiyorlar.” Ben orta okul İngilizcemi sayfa sayfa gözümün önünden geçirmeye çalışıp,yeni yeni öğrenmeye çalıştığım Mr. And Mrs Brown diyaloglarını anımsarken onlar da ben den çıkacak ilk soruyu merakla bekliyor gibiydiler.”How are you ? what is your name? My name is Aydan were you from? Are you eat ? water? this is bread kuru fasulye pilav hoşaf are you want?”


Hayatımın en uzun İngilizce konuşmasını İngiliz iki gençle yapmıştım. Lokanta’daki herkes onlarla konuştuğumu görmüş belki beni de İngiliz sanmıştı. Kimsenin böyle düşünmeyeceğini bile bile yine de ben öyle düşünmek istiyordum.

Sabaha karşı Eleşkirt’e gelmiştik. Babam o zamanın tek oteli önüne pikabı çekmiş turistleri arkada yattıkları yerden uyandırmaya çalışıyordu. “Haydin bakalım yolculuk buraya kadar, size oda ayarladım yatar sonra da yolunuza gidesiniz”

Ardından ben devreye girip onlara açıklamaya çalışıyorum “No mani no mani nothing okey… by by see you again gud night.”


Yolculuğumuzla birlikte benimde birkaç saat süren hippiliğim sona ermişti onlarla Nepal’e gidemesem de yolculuklarının bir bölümüne dahil olmuştum. Ben de bir çiçek çocuk, bir hippiydim.


Aydan Selman

Temmuz/ 2011

SİGARAYI BIRAKTIM FACEBOOK’A BAŞLADIM

Evet ben bir bağımlıyım, itiraf ediyorum herkesin önünde açıklıyorum. Bir facebook bağımlısı oldum. Yavaş yavaş, sinsi sinsi başladı bu bağımlılık. Ufak tefek paylaşımlar, üzerine söylenen hoş yorumlar, aynı zevklerde buluşulan yazılar, fragmanlar, fotoğraflar, şarkılar… Her önemli olayda tek yürek olmak ya da tam tersi farklı bakış açıları beni heyecanlandırıp ilgimi çektikçe, giderek bilgisayar başında daha çok vakit geçirme isteği uyandırdı bende. Sonrasında bu durum bilgisayar ve benim aramda bir masa tenisi maçına dönüştü. Sürekli paslaşmalar, topu karşılayıp geri verme heyecanı ve bitmeyen bir turnuva…



Havalar soğuyup eve daha çok bağlandığım şu günlerde bağımlılığımın en üst noktasına geldiğini fark ettim. Başlangıçta işim bittiğinde bakarken şimdi sigara tiryakisi gibi her on beş dakikada bir kendimi bilgisayar koltuğunda oturur buluyorum. Kulağımda kocaman kulaklıklar ve yüzümde sürekli değişen bir ifade. Kederli, şaşkın ama en çok ta gülen bir yüz, bazen herkesin sessizliğini koruduğu bir anda kendi kendine kahkaha atan biri.



Dışarıdan bakınca çok vahim görünebilir ama ben çok mutluyum özellikle kitap okuma konusunda hep bana bir faydası da dokunsun mantığıyla eskiden ansiklobedik bilgileri biyografileri, araştırma ve karşılaştırma yazılarını romanlardan daha çok seven biri olarak elimin altındaki hızla önüme açılan deryayı çok seviyorum. Bilgiler ve birbiri ardına açılan yüzlerce ardışık pencereler… Her konu hakkında çoğul çeşitlemeler…



Sevmek, sevilmek… İletişim kurmak, dostluk ve arkadaşlık… Günümüz koşullarında gitgide elde edilmesi zor kavramlar. Karşı komşunun adını sanını bilmez, bir merhabayı bile esirgenken, en yakınımıza bir telefon dahi açamazken sadece minicik bir beğen tuşuna basıp, aralardaki belki de yüzlerce kilometreyi sıfırlatan dostluk eylemine dönüşme hikayesi…



Fakat şöyle bir durum var. Siz şimdi nasıl olsa Aydan Selman’la bir dostluğumuz oluştu, bu kadar samimi olduk, haydi bir ziyaretine gidelim kimbilir ne güzel vakit geçiririz diye düşünürseniz aldanırsınız. Çünkü yüzünüze bakmam, sizinle facebook’tan konuşurum.

“Ne içersiniz? “

“Kahvenizi nasıl alırdınız?”

Sonrasında kahve resmi bulup size gösterebilirim. Ardından “Afiyet olsun” diye yazarım.

Her konuda saatlerce sohbet edebilirim ama face’den…

Dedim ya ben bir facebook bağımlısıyım…:))

Aydan'ın Pazar Güncesi

Bugün 26 Haziran 2011

Günlerdir bir açıp bir kapayan hava ve metrolojinin fırtına, sağanak yağmur uyarısı dışarı ile işim olmadığı halde beni her zaman ki gibi gereksiz beklentilere, iç huzursuzluklarına salmış garip bir mutsuzluk yaşıyorum. Gerçekte buna mutsuzluk denilemez çünkü bir yanım çok neşe, dolu, umutlu, hatta gereksiz taşkınlık yapabilecek kadar coşkuluyken bir yanımda büyük bir melankoli…Aslında Bu duygunun farkına bile varamayacak kadar kendimden uzaklaşmış, yapmam gereken her gün ki rutin işlerle haşır neşir, her soluklanmada kendimi bilgisayar karşısında bulurken sanırım sanallık ve gerçeklik arası bir boşluğa düştüm.Bu hayal gezegeninde dolaşmayı çok seven ve her olayı bir de gerçeküstü boyutuyla şekillendiren benim gibi biri için sıradan bir durum, çünkü biz ailece hemen her olay hakkında ki konuşmamızda konu dönüp dolaşıp içimizden birimizin fantastik bakış açısıyla kurgulanır buna bir de kendi içsel kurgumu eklediğimde kendimi hep “Pan’ın labirenti”nde bulurum. Hepimiz öyle değil miyiz?



Pazar yeri… Gerçek…

Kenarı yüksek duvarlarla çevrili, yeşil ağır brandaların güneşi sızdırmadığı küçük sebze pazarı… Girişinde küçük bir çocuk karton kutuya koyduğu civcivlerini satıyor. Marketteki sıralı fabrikasyon ürünlerine benzetmeye çalıştığı bir tanzim şekliyle bir bölmede sarı, bir bölmede siyah ve son bölmede rengarenk boyanmış ponpon civcivler. Satıcıların bağırışları civcivlerin sesini çoktan yok etmiş. Yedi mısır beş lira… Taze balık… Al abla papaz eriği çok tatlı… Çanakkale domates, verim mi iki kilo… Pazarcının önüme fırlattığı erik poşetini yakalamaya çalışırken birden turuncu kayısıyı avucuma koydu.”Tadına bak, yemeden alma !” Yıkamadan yeme konusunda tereddüt yaşarken birden kokusunu hissettim. Çocukluğumda kayısı ağaçları ile dolu bir evde yaşamıştık yedi yaşlarında falandım tüm bahçeye sinmiş kayısı kokusu kurutulmaya ayrılan ballı kayısıların iç bayıcı buram buram kokuları… İşte yaşantımızdaki gerçekliği sanallıktan ayırt edebilecek tek olgu sanırım kokular. Pazarın her köşesine ayrı bir rayiha çökmüş, tümüne de Pazar kokusu…



Bilgisayar başı… Sanal…

Pazarın tüm kokuları poşetler boşaldıkça mutfağa yayıldı, en keskinleri taze nane ve reyhan. Bilgisayar koltuğuna oturduğumda hala pazarın kokusunu hissedebiliyorum. Ekranda sevdiğim profil yüzler, sevmediğimin zaten sayfamda işi ne… Bir de çok sevdiklerim var ve hatta hiç tanımadığım halde en çok sevdiklerim var. Çok asırlar önce insanoğlu sadece yaşadığı bölgede kendi tanıdıklarını sevmiş onları hayal etmiş. Şimdi hepimizin bir sanal bir de gerçek dünyası var. Mesela zenci arkadaşım var Arty bol çocuklu genç bir kadın, iki elim kanda da olsa onun sanal oyun arkadaşlığına hayır diyemiyorum ve her oyunu için her gün hediye gönderiyorum. Pakistanlı iki genç ve Romanyalı güzel bir kız ve daha birkaç isim. Uzakdoğu’dan ressam arkadaşım adını bile telaffuz edemediğim. Yurt dışında yaşayan dostlarım. Bir de tüm bu düşünceleri irdeleten bir ruh var uzaklarda ama kalbimin tam orta yerinde. Kızım kadar, kız kardeşim kadar can hatta kendimden bile… Fantastik filmlere bayılırım. Oradaki anlatılan gerçeklik işte yaşarken farkedemediğimiz ama içinde bizimde var olduğumuz diğer gerçeğimiz. Ben bu gün rüzgarın gücünü saçlarımda ve tüm dünyanın kokularını içimde hissettim. Julide’min okyanus ve İstanbul kokuyor bakışları… Arty, Mısırlı Sameh ve diğerleri ellerini tutmuşçasına hepsini hissediyorum. Sevgi sıcaklığı kokuyorlar. Çok mutluyum ve mutsuz, çok sanal ve çok gerçek…

Aydan İmparatorluğu'nun Çöküşü


“Büyükanne bana eskileri anlatsana!”

“Hangisini? Çocukluğumdaki radyo günlerini mi?”

“Büyükanne sen de neredeyse ilk çağdan beri yaşıyorsun, ateşi bulduğunda çok sevinmişsin biliyorum da ben bilgisayar çağını anlatmanı istiyorum.”

“Ahh oğlum o günler bambaşkaydı her şey çok güzeldi huzurluydu.”

“Oyunları anlat!”

“Önceleri Farmville vardı. Tarlamız,evimiz hayvanlarımız olurdu. Sebze meyve yetiştirir satar arazimizi büyütürdük sonra Petville, fishville,cityville gibi oyunlar. Empires and Alliess diye bir oyun vardı ki ben onun bağımlısı olmuştum.savaş oyunuydu ama centilmence savaşırdık. Birbirimize hediyeler gönderir gönlünü alırdık birimize düşman saldırınca yardımına koşar birlikte düşmanı püskürtürdük. Benim ezeli bir düşmanım vardı mesela Sedef İmparatorluğu… Sabah uyanır uyanmaz “İşgalciniz geldi hanım” diyerek tüm petrol yataklarımı ele geçirir kahkahayla gülerdi. Bir de kara kalbiyle ün yapmış, kazandığı savaş ganimetleri ile zengin Proteus. Savaş hilelerini hiç kimseyle paylaşmazdı ama bize karşı merhametliydi. Herkesin önünde bir laptop ya da bilgisayar gün boyu oynar dururduk.”

“Bütün gün oturmak zorunda olmak çok ilkel ve sıkıcı iyi ki o çağda yaşamamışım.”

“Öyle deme evladım. Hayatımızda huzur ve insanlık vardı. Beyoğlu’na çıksan Sağdan gidilip soldan dönülür, kimse kimseyle çarpışmaz ayağına basıp üzerine devrilmezdi. Şimdi her yer açık hava tımarhanesine dönmüş. Sokaklarda metroda her yerde millet takmış bir özel gözlük kimi havaya kılıç sallıyor, kimi maraton koşusunda durduğu yerde koşmaya uğraşıyor, kimi kaplanla yerde cebelleşiyor ,kimi köşe başında durmuş sevişiyor ,tövbe tövbe.”

“Büyükanne şimdi gözlüklerde tarihe karışıyor deri altına çip ve özel devre sistemi yerleştiriyorlar ben de koluma yaptıracağım boynuma mı yerleştirsem acaba?”

“Oğlum yaptırma öyle şeyleri kanser yapar. Haydi yat uyu artık.”

“Büyükanne taksana şu gözlüğü. Uzaylı tepegözle aşk yaşa ha haha…”

“Ya vazgeç uğraşma benle!”

“O zaman paraşütle Olimpos Dağ’ından atlarken kartalların saldırısına karşı koy. “

“Haydi bak ne güzel de yakıştı salla ışın kılıcını büyükanne daha hızlı daha hızlı…”

“Ayy başım döndü, al şu kartalı ayağımın altından da uçaklar geçiyor ayyy…”

Aydan Evde Tek Başına 4

“Aydan’cığım bugün seninle baş başa kaldık, bilgisayarlarımızın başında hem eğlenip hem dinlenelim.”

“Tamam Ezgim kaç gündür Candan’la haldır haldır alışveriş merkezlerini gezmekten ayaklarıma kara sular indi, kimse yokken bir güzel dinlenelim, aslında çok da uykusuzum. Gecenin üçünden önce yatamıyoruz bir türlü ama aklımda savaş oyunumda o beni dinlendirir artık.”

( Fida film müziği melodisi ile Aydan’ın cebi çalar, konuşur. Aynı anda…)

“ Kapı çalıyor Can mı geldi?”

“Aydan’cığım Murat ağabeyler geliyor kapı kamerasından gördüm.”

“Murat’cığım biraz daha zeytinyağlı fasulye vereyim mi?”

(Bu arada Ezginin Fida film melodili cebi çalar)

“Yok ablacım doydum hepsi çok güzel olmuş eline sağlık, bu sıcakta yoruldun. Kapı çalıyor kim acaba?”

“Can herhalde.”

“Merhaba..Candan evde mi?”

“Yok ama gelsene buyur içeri Nihal’ciğim”

“Bir çay daha içer misin Nihal?”

“Almayayım ben kalkayım, aslında kapıdan uğrayacaktım ama sohbet çok güzeldi. Kapınız çalıyor bu arada.”

“Can herhalde.”

“Rahatsız ediyoruz biz üst katta oturuyoruz kızımız konservatuar öğrencisi sizin evden gelen müzik sesleri ve oğlunuzun produksiyon işleri ile uğraşması dikkatimizi çekti tanışmakta fayda var diye düşündük.”

“Ahh kulaklarımızın pası silindi ne güzel fasıl oldu herkesin sesi ayrı güzelmiş. Biz de kalksak artık Can’la görüşemedik ama… Kapınız çalıyor ayağımızı sürttük sanırım. Biz de kalkıyoruz ablacığım.”

“Hepiniz zengin kalkışı yaptınız.”

“Bu gelen Can’dır herhalde.”

“Besteeee…Kaan’a ne oldu böyle….?”

“ Yenge motorsikleti ile yine kaza yapmış tüm vücudu asfaltta sürtünmekten soyulup yanmış.”

“Ahh canımmm gel, dur öpmeye çalışma beni . Ben öpeyim ama yüzünde yer kalmamış her yanın yara bere.”

Hımmm hemmm hımmm..(Bu arada hem Aydan’ın hem de Ezgi’nin aynı melodili cebi çalar)

“Dudaklarda felaket şiş geç şu kanepeye uzan, yastık getireyim.”

“Kaan’cım bu film seni sarmadı başka film izlemek ister misin?”

“Yenge kapı çalıyor.”

“Kesin Can bu…”

“Merhaba ben Kaan’ın halasıyım. Sizde olduğunu duydum babası beni Antalya’dan aradı onu almaya geldim.”

“Hımmm hooomuurr homuorrr.”

“Ne oldu tatlım.”

“Ben buradan bir yere gitmem diyor yenge.”

(Fida film müziği ile iki telefon aynı anda çalar Aydan ve ezgi telefonda konuşurken içeriden hala aynı müzik sesi gelmeye devam eder)

“Alo…Evet …Evet ağabey geliyorum, tabi tabi evden çıkmak üzereyim ,beş dakikaya ofisteyim.”

“Can sen evde miydin???”

“Evet uyuyakalmışım akşamın kaçı olmuş niye beni kaldırmadınız…?”

5 Aralık 2011 Pazartesi

BAYAN POPİ’NİN PASTALARI




O zamanlar çocuk değildim, yetişkin bir kadındım ama bayan Popi’nin kekleri ve turtalarının ağzımda bıraktığı lezzeti ömrümce unutamadım…



Heybeliada sahilinin sonuna kadar yürürseniz kayıkçıların bulunduğu yerden yukarılara adanın ta tepelerine kadar sokak sokak çıkan eski taş merdivenleri görürsünüz. Her basamağı kendiliğinden büyüyen rengarenk çiçekler ve çimenlerle bezenmiş bu merdivenlerden çıkmak neşeli bir oyun gibi sizi alır götürür. Öbek öbek , mine çiçeklerini takip ederken Bayan Popi’nin evine nasıl geldiğinizi anlayamazdınız.



Her yanı yaşlı ağaçlarla dolu,yüksek bahçe duvarlı ,taştan yapılmış bir evde otururdu Bayan Popi ve yaptığı pastaların kokusu mutfak penceresinden arka bahçeye oradan da bahçenin sonundaki Bay Kosta’nın atelyesine kadar yayılır, bu kokuyu hissettiği anda çay molası için çağrılacağını anlar ve ellerini yıkamaya koyulurdu Bay Kosta. Kimi günlerse çok sevdiği hobisi fotoğrafçılıkla uğraşır, pastanın kokusunu bile duymazdı.



“Kosta …Kosta…

“Haydi! Biz geldik gidiyoruz, pastaları yedik bitirdik ne yapıyorsun be kuzum “

Diş doktoru Thodori ‘nin neşeli sesiyle Bay Kosta yaptığı işleri bir tarafa koyar dostunun yanına koşardı.. Sakin ve biraz içine kapanık görünürdü Bay Kosta, İşini büyük bir ciddiyetle yaparken siyah kalın kenarlı numaralı gözlükleri gözünden hiç düşmezdi. Karısının yaptığı pastaları gurur ve mutlulukla yerken huzurlu bir sohbet pastaların nefis kokusuyla demlenirdi.

Bay Kosta evin mutfağına kendi projesiyle kocaman bacalı taş bir fırın yapmıştı, atelyeden gelen talaş ve odun parçacıklarına yürüyüş yaparken toplanan birkaç kozalakla zevk için fırını yakarlar çoğunlukla Bayan Popi dayanamaz hemen kolları sıvar ve fırına atacak bir şeyler hazırlardı.



“Bak şimdi! Yine mi pasta yapmaya koyuldun, hem kilo alıyorum diyorsun hem de her gün hamur işi yapıyorsun”

“Öyle deme Kosta…”

Bayan Popi bir yandan hamurunu yoğururken bir yandan da al al olmuş yanakları ve cıvıl cıvıl sesiyle kendini savunurdu.

”Çocuğun her gün özel öğretmenleri geliyor, o kadar ders anlatıyorlar bir çay ikram etmeden olur mu? Hem ben yemiyorum ki. Yarın İngilizce hocası Esat bey gelecek ona da sevdiği romlu kekten yapacağım.”

“Şimdi fırın yanarken yapsan”

“Olur mu Kosta kek ılık ılık ikram edilmeli ki kokusu uçup gitmesin. Söz yeni aldığım şekerlemeler bitsin artık uzun bir süre bir şey yapmayacağım.”



Her seferinde bu türden vaatler veriyordu Bayan Popi ama yine dayanamıyordu. Hem onu tanıyanlara sunduğu bu zevki geri almaya hakkı yoktu. Hiç kimseyi bu muhteşem tatlardan mahrum bırakamazdı.



Aslında Bay Kosta’da karısını kek yapmadan düşünemezdi. Bayan Popi tertemiz ütülü masa örtüsünü ceviz masasına serer, çiçekli zarif porselen çay fincanlarını ve tabaklarını özenle üzerine yerleştirirdi.Bahçeden toplanmış güller ve mis kokulu hanımelleri eski cam vazoda masanın ortasındaki yerini alırken çay servise hazır olurdu. Mutfak penceresinin önündeki rahat kanepe ve büyük yemek masası her geleni ağırlar, ağızlardaki leziz tadlar ve keyifli sohbetlerle bir türlü masa başından kalkılmazdı.



Tadına ilk defa bakanlar mutlaka tarifini almaya çalışırdı ama boyu bir karışı geçen bademli çikolatalı keklerin aynısını yapmayı kimse başaramamıştı .Ben de başaramadım yirmi yıl öncesinde yediğim o leziz tadlar hala damağımda saklı. Birkaç yıl önce bir alış veriş merkezinde Bayan Popi’nin oğlu Jr Kosta ile karşılaştık kızımın ilk okul arkadaşıydı o tatlı rum şivesiyle “Tüüüh Allah belanı versin, kızzz” Diye yüksek sesle seslendi.

Onunla sarmaş dolaş olurken ilk aklımıza gelen soru şuydu.

“Annen nasıl? Hala o güzel pastalarından yapıyor mu?”

Kosta gülerek göbeğini sıvazladı

“Halimden belli olmuyor mu?”

Bildiğim Bütün Yollar Taksim’e Çıkar

Bildiğim Bütün Yollar Taksim’e Çıkar

24 Eylül 2011 Cumartesi, 12:17 tarihinde Aydan Selman tarafından eklendi
“…Bildiğim bütün yollar Taksim’e çıkar
İstesin yeter ki bir bilete bakar…”


Nazan Öncel’in şarkısında olduğu gibi gerçekten de bütün yollar Taksim’e çıkar. İstanbul’un kalbi, gece gündüz demeden her saniyesi aynı ritimde atan tek yer. 17. yüzyıldan beri konum ve popülerliğini hep korumuş, Osmanlı’dan günümüze yabancı tüccarların, elçilerin yerleşmek istedikleri ve 19.yüzyılda mimarisiyle, alışveriş canlılığıyla Avrupa kentlerini aratmayan bir semt. Galatasaray’dan Taksim’e uzanan yol boyunca yaptırılan özel apartman tarzı taş binalar hala tüm estetik yapıları ile geçmişin ruhunu taşımakta ve Beyoğlu’nun hiçbir yerde olmayan ve tüm sanatçılara, şarkılara ilham veren güzelliği zamana inat ayakta kalmaya çalışmaktadır. Sadece estetik ve eğlence anlamında değil toplumları birleştiren bayramların, toplu gösteri ve protestoların yapıldığı her bireyin kendinde bulduğu cesaret ve enerjiyi aktardığı bir üs bir karargah gibidir. Her semtin kendine has özelliği varken Taksim ve Beyoğlu’nda tüm semtlerden bir parça bulunur. Zengini, fakiri, sanatçısı, esnafı, zencisi ve beyazı ile her milletten her görüşten insanın bir arada yaşayabildiği tek yer…
.

Taksim’e çıkmak için yüz çeşit neden bulabilirim ama nedensiz Taksim’e çıkmak… Bir metroya bakar ama nedensiz de çıkılmaz ki Taksim’e… İçim burkulur. Küs olduğu halde karşılaşan iki sevgilinin hiç bir eylem yapamadan öylece durması gibi, ne sevinci ne kazancı, ne de hüznü paylaşamamanın verdiği yabancılık hissi. Onca yaşanmışlıktan sonra.


Taksim’le ilk tanışıklığım ancak evlenip reşit olduktan sonra olmuştu ki
biz o yıllarda Taksim yerine genellikle “Beyoğlu’na gidelim” diyorduk ve arkadaşlarla buluşma noktamız hep Taksim heykeli ya da AKM’nin önü olurdu. Bir kaç dakikalık ayaküstü sohbetten sonra, ver elini Beyoğlu. 70’li yılların Beyoğlu’su… İstiklal’e ilk adım attığımızda önce unutmadan Rebul eczanesine girilir ve artık piyasada bulunmayan ve sadece o eczanede bulduğumuz babamın bağımlısı olduğu Pivanol burun damlası alınır, ardından yanındaki Beyoğlu çikolatacısından da birkaç parça fındıklı çikolatayı da çantamızın derinlerine attıktan sonra artık sonsuz eğlence bizi beklemektedir.
O dönemin eğlence anlayışında şimdiki cafe bar kültürü yoktu. Kışlık gazinolar vardı. Kocaman renkli neonlarda sanatçıların ismi ışıl ışıl yanar söner, hiç gitmesek bile kimin nerede sahneye çıkacağını herkes adı gibi bilirdi. Muazzez Abacı, Bülent Ersoy, Emel Sayın , Coşkun Sabah, Ahmet Özhan. Sonra Nesrin Topkapı, Ateş Böcekleri ve daha bir çok ünlü sanatçı sırasıyla yer değiştirirlerdi. Maksim Gazinosu, Tepebaşı, Bebek… Yaz gelince tüm sanatçılar İzmir Fuarı’nda rekabetlerine devam ederlerdi.
Çok gençtik o zamanlar ve eğlenceye ayıracak paramız kısıtlıydı. Tercihimizi sinema ve tiyatrodan yana kullanıyorduk. Ayrıca o tür yerlere gitmek hani ne derler Hacıağaların, kodamanların işiydi.
Yeni evliydik, evimizi iş gereği Maltepe’de tutmuştuk. Yağmur kar demeden önce trene ardından vapura ve sonra otobüse binip Taksim’e varırdık. Üzerimizde en kalın dik yakalı moher kazaklar, eldiven ve upuzun atkılarla saçımız başımız ıslak ve dağınık yüzümüz soğuktan şiş ve kırmızı, tiyatrodan içeri girerdik. Fuayenin o sıcak ve huzur dolu nazik sessizliğinde üstümüzden hala sızan yağmur damlalarıyla kırmızı halıları ıslatmaya çekinerek bekleşirdik. Ama her şeye rağmen çok güzeldik, gençtik çünkü…

80’li  yıllarda Taverna kültürü oluşmuştu. Gazinoların yerine hem yemek yiyip hem de kurtların döküldüğü ardından işkembecilerin yolunun tutulduğu yıllar. Beyoğlu yerine Boğazda Bakırköy’de, Yeşilköy’de sahil lokantalarının revaçta olduğu yıllar. Bizim de çoluk çocukla haşır neşir yıllarımızdı. Beymen Pasajı’nda kayınbiraderin açtığı MR:X mağazasına gitmek, Bap Kafeterya’da yemek yemek. Pizza ve testide şarap… Sabah kitapçısı… Ardından kızımın taksim bar günleri başladı. Çalıntı, Haydar, Eski Kemancı… Barlar… Barlar… Hiç gitmediğim, gece kızımın yolunu beklediğim barlar...
Sonra… Kızımla öylesine sıkı fıkı arkadaş olduk ki… Onun bar hevesi azalmış kendimize yeni Taksim günleri yaratır olmuştuk ve her fırsatta Taksim’e gidiyorduk. Nereye mi? Terkos Pasajı, Aznavur pasajı, Asmalı Mescit, Çiçek Pasajı, film festivalleri… Kavaklıdere’nin sunduğu… Elimizde şaraplar filmin başlamasını bekliyoruz… Akbank’ın sunduğu… Ardından Ayvalık tostçusu ya da ne olursa, filmler bizi ne çok acıktırıyor… Serap, Candan ve Aydan üçlüsünü…

Şehir ve Yurt dışından gelen misafirleri Taksim’e Nevizade’ye götürmemek olmaz. Gezi Pastanesi ya da İnci’den tatlı ısmarlayarak, bir acı kahve içilmeden de dönülmez. Elinize zorla tutuşturulan bir paket mendil ya da kırmızı bir gül kimi zaman. Yağmurda şeffaf şemsiye, iç bayıltan kokusuyla alınan minik gazete külahında üç beş kestane, son dakika metroya binmeden yenen gecenin kaçındaki ıslak hamburger…

Kulağınızda her adımda duyduğunuz farklı kültürlere ait müzik sesleri ve tüm ışıklar gözbebeğinize doluşmuş bir halde yorgun ama ana kucağı kadar huzurlu ve bildik bir yerde olmanın güveniyle evinizin yolunu tutarsınız. İstanbul’un neresinde oturursanız oturun size hep bir yol bulacaktır Taksim ve nereden geliyorsanız gelin hele bir Taksim’e varın gerisi kolay…

ZAT-I MUHTEREMİN EV HALİDİR

Su damlacıkları… Camlar, pervaz, ağaçlar, sararmış yapraklar, cam aralığına sıkışmış kül tablası her yer damlacıklarla dolup taşıyor, biri gelirken diğeri giderek kayboluyor. Gri, ak, mavi… Yok… Hiç biri… Suyun rengi şeffaf… Ne renk… Su gibi işte sakin, derin… Hava gibi, nefes renginde…

Benim nefesim ne renk? Muhtemelen küf rengi, bazen acı biber, bazen… Hatırlayamıyorum ne zamandı. Hayır uzun zamandır mavi bir soluk geçmedi boğazımdan yaz mavisi… Limon ferahlığı, çilek tadı. Sadece zehir gibi bir pas, sigara ve çay tadı damağımda..

Kaynayan çaydanlığın sesinden başka ses yok yanımda. Sigara dumanını üflediğim cam aralığından şehrin dinlenince fark edilen uğultusu geliyor. Tüm trafik, fabrika ve insan seslerinin uzaktan sanki bir kuyu’nun dibinden gelen aksi. Kuşlar var birde uçup uçup yeni bir şey söyleyeceklermiş gibi büyük bir heves ve telaşla gelip konuyorlar. Bahçeye, sarı yapraklı ağaca, bazen attığım ekmek kırıntısı kalmıştır umuduyla pencereme.

Kalkıp ekmek poşetine baksam,biraz ekmek kalmıştır içinde, kuşlara yetecek kadar..Yoksa bakkala telefon açarım hem sigaram da azaldı. Televizyonu açsam mı?

”Patlama… Bomba yüklü… Depremde hayatını… Hava sıcaklığı giderek düşecek… Başbakanın yaptığı açıklama… Açıklama… Açıklama… Açıp ta ne yapacağım… Çaydanlık taşıyor, tuvalete gitsem… Çişim var. Çaydanlık taşıyor.
 Bulutlar ne hızlı hareket ediyorlar öyle. Sanki ileride bir yerlerde görmek istedikleri bir şey, bir bok  varmış  gibi birbirlerini ite kalka yol alıyorlar.

Önce çiş, sonra çay, sonra yine çiş…
Facebook’a girsem mi? Herkeste bir merak bir merak…
”Nerdesiniz hocam?
Aşk olsun küs müyüz? Özlettiniz!... Özlendiniz!
Doğum günümde bir şey yazmadın! Mesajıma bakmadın!
Etiketledim görmedin mi?... Ne ukalasın..Ukala dümbeleği…
Nerelerde geziyon lan insafsız?... İmansız… Aşkıtotom… Bebeemm… Canım ... Cicim…
Off… Altıma yapıcam… Bir bakar çıkarım kimseye görünmeden. Ama ya bir şarkıya takılırsam yine… Anılarımızın bekçileri şarkılar… En koyu kıvamında bulanırsam aşka, acılar eritirse yine demirden yüreğimi.
Hıh ben mi? Aşk mı?...  Aşk hiç cızlatmadı, hiç acıtmadı, hiç alıp götürmedi, hiç ağlatmadı… Aşk en yakın arkadaşım, sırdaşım, oyunum oldu. Hep kazandığım, karşı tarafın yenildiği bir oyun. Onlar başlatıyorlar ben yeniyordum. İlk önceliği onlara veriyordum. Onlar başlıyorlar ilerliyorlar, ilerliyorlar ve nasıl olduğunu anlamadan kaybediyorlardı. Silahımdı aşk. İstediğim gibi kullandım. İstediğimi hedef aldım. Önce gözlerimle yakalıyordum avımı, gözlerimde hapsediyor, gözlerimle yalanlar söylüyordum. Elimde avucumda esir ediyordum sonra istediğim anda bırakıyordum. Aşk da, kadınlar da ben istersem yaşayabiliyorlardı. Her şey benim ellerimdeydi çünkü…

Çay… Demi koyu aşk kırmızısı… Tadı, sıcak sevgiler dolduruyor içime. Hem şekerli, hem acı. Aşk gibi…
Off ne gereksiz bir konu, konumuz aşk değil ki… Neydi peki… Unuttum işte… Yağmur yağıyordu, seller akıyordu ben pencereden bakıyordum çay kaynıyordu. İçiyordum içiyordum…
Banyo aynasını ne kadar kirletmişim böyle… Diş macununu nasıl da oralara kadar sıçratmışım. Toz, leke… Leke,damla.Çiş.. Sifon… Bir ses… Bir ses daha.
Sakallarım.nereye kadar uzayacaklar böyle..
Kesmek mi! Onlar benim kalabalıklığım.
Bıyıklarım… Cesaretim, gücüm, direncim…
Dağınık dalgalı saçlarım… Hayata serdiğim, yaydığım enerjim. Her dalgasında bir giz var, ben bile çözemedim. Saçım, sakalım ve bıyığımla çok iyiyim. Evet biz çoğunluğuz ve çok iyiyiz… Onlar yoksa… Hepten yalnız kalırım,çıplak ve çirkin..
Ne fark eder?
Etmez mi?
Çıplak ve çirkin, tüm benliğim.
Çıplak   ve çirkin, tüm beynim.
Çıplak ve çirkin,tüm hayatım..
Saç, sakal, bıyık… Beni bir de siz yalnız bırakmayın…

Aydan Selman