9 Şubat 2012 Perşembe

Kırmızı Tramvay

Kırmızı bir tramvay öptü beni. Siz… Yanınızdan gelip geçerken fark edebildiniz mi onu? Geçmişten geleceğe uzanan bir hat ve her durağında binlerce anı. Hala şansınız var. Kırmızı tramvaya yetişip sarılın,onu yakaladığınız için mutlu olun ve umutlarınıza doğru yola çıkın.Kırmızı tramvayın elini hiç bırakmadan…   

3 Şubat 2012 Cuma

Kar Küresinde Çocuk Olmak




İlk okuldaydım, tüm kışı karlar altında yaşamak zorunda olduğumuz Ağrı’da toprak damımızın her noktasından kar suları evin içine akmaya başlayınca babam kararını verdi. “Haydi toparlanın hazır şubat tatili madendeki şantiye evine gidiyoruz, bu arada ev sahibi de damdaki karları küretir yeni toprak attırır üzerine.”



Annem ağlayarak perişan hayatına ve babama sitemler ediyor, bir yandan da yapacak başka bir şeyi olmadığından çaresiz yanımıza alacağımız yiyecekleri üç beş tabak çanağı, ve yorgan yastıkları denklemeye çalışıyordu. Tüm evi her yanına dizdiğimiz leğenler, taslar ve içine akıp duran kar sularıyla baş başa bırakıp kapıya gelen kızağa oturduk. Altımızda keçe örtü üzerimizde yün yorgan tipi şeklinde yağan karla uça uça sessiz bir yolculuğa başladık. Arada sırada kardeşlerimle nerede olduğumuzu görebilmek için yorganın altından başımızı çıkarmaya çalıştığımızda annemin sesi kar bulutunda un ufak olup kulaklarımıza karla birlikte tozuyordu. Sonunda babamın işlettiği kömür madenine ulaştık. İşçiler eve taşınmamıza yardım ettiler. İki göz odadan oluşan, kalın taş duvarlı “pencereli” pencereli diyorum çünkü o bölgedeki soğuk kış şartlarından korunabilmek için sanırım köy evlerinde bazılarında pencere bulunmazdı. Dama açılmış soba deliği kadar yerden ışık alırdı kimi evler. Babam işçiler için yaptırmıştı bu evi. Maden’e yakın köylerden gelen işçiler akşam olunca evlerine dönüyordu ama bekçi ve bazen de isteyen o evde kalıyordu.



Metrelerce yağan kar ıssız dağ başını bembeyaz bir boşluğa dönüştürmüştü. Etrafta ne bir ağaç ne bir ev hiçbir şey yoktu. Hatta gökyüzü yer yüzü diye de bir ayrım göze çarpmıyor sürekli yağan bir kar ve ortasında cayır cayır yanan kömür sobasıyla sıcacık bir dağ evi, bacasından tüten dumanı ve lüks lambası ile aydınlanan bir penceresiyle dünyada yalnız başına kalmış bir ev…



Tüm gün pencerenin içine oturur, dışarıda yağan kar denizinde kayboluşumu izlerdim. Kar küresinde ki minik beyaz zerrecik gibi ordan oraya savrulup kimi zaman taa yukarılara çıkar bazen bir kar taneciğinin peşinden gider ama onu hemen kaybederdim. Tek eğlencem buydu. Kar taneleriyle uçuşmak. Annem dışarı çıkmamıza izin vermez, dağ başında hastalanırız endişesiyle sobayı hep canlı tutmaya çalışırdı. Tek güveni ateşti çünkü. Gece kimseler kalmayınca kapıda bekleyen iki kurt köpeği, bekçi ve de bize hayat veren sobamız.



Ne çok sıkılmıştım, şimdi pek anımsamıyorum sanırım ağlıyordum, sıkıntıdan minicik odadan yine kar tanelerine koşuyordum. Tek tek her yağan karla buluşuyordu gözlerim. Sayıyordum içimden. Geceleri ışıkta kristalindeki ışığı görmüştüm elmas gibi ışıltısını.



Sonunda babam şehre inmeye karar verdi havanın açtığı bir gün. Eksilen tüm yemek ve ilaç ihtiyacı için. Tüm gün kalın duvarlı pencerede babamın dönüşünü bekledim. Çünkü gelirken gazete ve dergi de getirecekti. Milliyet gazetesi alırdı babam bir ara Hürriyet almayı düşündüğünde çok üzülüp itiraz etmiştim. Çünkü benim okuduğum,takip ettiğim şeyler vardı ve onları çok seviyordum.



Sonunda babam neredeyse kapının önüne geldiğinde fark ettim silüetini, kardan adama dönüşmüştü. Ben babama değil elindeki paketlere atıldım. Her ay aldığı “Bütün Dünya” dergisi birkaç dergi daha ve bir haftalık Milliyet gazetesi.

Dedektif Nik, Abdülcanbaz, Fatoş ile Basri, Hasbi Tembeler… Evin içi birden kalabalıklaştı. Her yanımı dostlarım arkadaşlarım sarmıştı adeta. Yalnızlığım babamın paltosundan süzülüp eriyen kar zerrecikleri gibi yok olup gitmişti. Sonrasında zaman nasıl geçti hiç anımsamıyorum…