28 Kasım 2012 Çarşamba

SİNEMA


 “Bugün sinemaya gelecek misin?”
“Bilmem annemi kandırabilirsem... Ne oynuyor?”
“Hülya Koçyiğit’le Ediz Hun’un filmiymiş. İsmini bilmiyorum”
“Annemin en sevdiği artistler. Kandırırsam geliriz.”
“İyi o zaman giderken size sesleniriz.”

Genç kız neşeyle eve girdi.
“Anne yeni bluzumu giyeyim mi?”
“Bugün mü?”
“Evet anne Dilek'ler de sinemaya gidiyorlar, herkes gidiyor film çok güzelmiş.”

Salı günleri yaşadığımız Ağrı'nın bu küçük kasabasında hanımlar matinesi olur; yaşlısı, genci, zengini, fakiri hemen hemen tüm kasaba kadınları sinema gününü iple çekerlerdi. Hanımlar matinesini sadece kızlar değil delikanlılar da iple çekerdi. Görme fırsatı bulamadıkları, sevdikleri güzel kızları sinema sokağında bekler, sözleşmiş gibi hepsi birden oralarda volta atarlardı. O gün bütün kızlar Hülya Koçyiğit, tüm erkekler Ediz Hun oluverirdi. Bizim de en büyük zevkimiz mutlaka büyük cepli pantalon ya da etek giyip, annelerimizden aldığımız yirmi beş kuruşla sinema önündeki çekirdekçiden sımışka almaktı. Sımışka çekirdeğin kürtçesi sanırım. Diğer bir cebimizde de mutlaka mendil olurdu. Çünkü ağlamadığımız tek bir film hatırlamıyorum. Sinema çıkışı herkesin gözleri şişmiş, kızarık burunlu yüzlerimizi birbirimizden saklayarak eve dönerdik. Bir film ne kadar acıklıysa o kadar güzel demekti. Bir keresinde ‘Şirvan’ adlı bir köy filmi gelmişti, tüm sinema hıçkırıklara boğulmuş sarası olan bir kadın sıkıntıdan düşüp bayılmıştı. Daha sonra ne zaman bir film gelse herkes ‘acaba Şirvan kadar güzel mi?’ diye birbirlerine sorar fikir edinmeye çalışırlardı.  Sinema binası da başlı başına bir komedi ortamıydı. Tüm duvarlar film afişleriyle kaplıydı. Eski sararmış sinema perdesi önünde çocuklar ışıklar sönünceye kadar perdeden akseden ölgün gölgeleriyle kötü adamları yenen esas oğlanlar olurlardı. Taş zemini çukurlarla doluşmuş salonda karanlıkta giderken ayaklarımız mutlaka bir çukura girerdi ve  tökezleyerek birbirimize tutuna tutuna ilerlerdik. Sinemanın çıkış kapısı o kadar eski  bir tahta kapıydı ki, deliklerinden, tahta aralarından dışarının ışıkları içeriye süzer, dışarıdan da gözlerini dayayanlar içeriyi ve filmi izleyebilirlerdi. Saat tam iki olunca ışıklar söner, sinemacı siyah bir perde getirip kapının üzerine asardı. Karanlıkta film başladı başlayacak birden kapı yumruklanır, sinemacı koşar kapıyı açar “Ahmet Bey’in hanımı, gelini geldi” derdi. Onlara acele yer gösterir, makiniste ıslık çalar, perdeyi kapatırdı. Kapı yeniden yumruklanır Mehmet Bey’in hanımı karısı çocukları gelmiştir. Her matine günü mutlaka geç gelen birileri olurdu, herkes de bu duruma alışkın bekler dururdu.
Bir gün anneme “Samson and Dalida” filmine gidelim diye tutturdum. Biz de geç kalmıştık, ama annem sırf benim hatırım için işini gücünü bıraktı, sinemaya koştuk. Kapılar kapanmıştı. Kapıyı yumruklayıp açtırdık ama hiç yer kalmamıştı. Sinemacı bizi en arkaya koyduğu iki sandalyeye oturttu. Ama ne yazık kı uzun boylu kadınlar önümüze oturmuşlar, ufak tefek annem ve oniki yaşındaki ben arkada karanlıkta hiçbir şey izleyemeden öylece filmi dinlemiştik. Annemin sitemlerinden birkaç hafta sinema lafı edememiştim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder