“Bugün sinemaya
gelecek misin?”
“Bilmem annemi kandırabilirsem... Ne oynuyor?”
“Annemin en sevdiği artistler. Kandırırsam geliriz.”
“İyi o zaman giderken size sesleniriz.”
Genç kız neşeyle eve girdi.
“Anne yeni bluzumu giyeyim mi?”
“Bugün mü?”
“Evet anne Dilek'ler de sinemaya gidiyorlar, herkes gidiyor
film çok güzelmiş.”
Salı günleri yaşadığımız Ağrı'nın bu küçük kasabasında hanımlar matinesi olur; yaşlısı,
genci, zengini, fakiri hemen hemen tüm kasaba kadınları sinema gününü iple
çekerlerdi. Hanımlar matinesini sadece kızlar değil delikanlılar da iple
çekerdi. Görme fırsatı bulamadıkları, sevdikleri güzel kızları sinema sokağında
bekler, sözleşmiş gibi hepsi birden oralarda volta atarlardı. O gün bütün
kızlar Hülya Koçyiğit, tüm erkekler Ediz Hun oluverirdi. Bizim de en büyük
zevkimiz mutlaka büyük cepli pantalon ya da etek giyip, annelerimizden
aldığımız yirmi beş kuruşla sinema önündeki çekirdekçiden sımışka almaktı.
Sımışka çekirdeğin kürtçesi sanırım. Diğer bir cebimizde de mutlaka mendil
olurdu. Çünkü ağlamadığımız tek bir film hatırlamıyorum. Sinema çıkışı herkesin
gözleri şişmiş, kızarık burunlu yüzlerimizi birbirimizden saklayarak eve dönerdik.
Bir film ne kadar acıklıysa o kadar güzel demekti. Bir keresinde ‘Şirvan’ adlı
bir köy filmi gelmişti, tüm sinema hıçkırıklara boğulmuş sarası olan bir kadın
sıkıntıdan düşüp bayılmıştı. Daha sonra ne zaman bir film gelse herkes ‘acaba
Şirvan kadar güzel mi?’ diye birbirlerine sorar fikir edinmeye
çalışırlardı. Sinema binası da başlı başına
bir komedi ortamıydı. Tüm duvarlar film afişleriyle kaplıydı. Eski sararmış
sinema perdesi önünde çocuklar ışıklar sönünceye kadar perdeden akseden ölgün
gölgeleriyle kötü adamları yenen esas oğlanlar olurlardı. Taş zemini çukurlarla
doluşmuş salonda karanlıkta giderken ayaklarımız mutlaka bir çukura girerdi ve tökezleyerek birbirimize tutuna tutuna
ilerlerdik. Sinemanın çıkış kapısı o kadar eski
bir tahta kapıydı ki, deliklerinden, tahta aralarından dışarının
ışıkları içeriye süzer, dışarıdan da gözlerini dayayanlar içeriyi ve filmi
izleyebilirlerdi. Saat tam iki olunca ışıklar söner, sinemacı siyah bir perde
getirip kapının üzerine asardı. Karanlıkta film başladı başlayacak birden kapı
yumruklanır, sinemacı koşar kapıyı açar “Ahmet Bey’in hanımı, gelini geldi”
derdi. Onlara acele yer gösterir, makiniste ıslık çalar, perdeyi kapatırdı.
Kapı yeniden yumruklanır Mehmet Bey’in hanımı karısı çocukları gelmiştir. Her
matine günü mutlaka geç gelen birileri olurdu, herkes de bu duruma alışkın
bekler dururdu.
Bir gün anneme “Samson and Dalida” filmine gidelim diye
tutturdum. Biz de geç kalmıştık, ama annem sırf benim hatırım için işini gücünü
bıraktı, sinemaya koştuk. Kapılar kapanmıştı. Kapıyı yumruklayıp açtırdık ama
hiç yer kalmamıştı. Sinemacı bizi en arkaya koyduğu iki sandalyeye oturttu. Ama
ne yazık kı uzun boylu kadınlar önümüze oturmuşlar, ufak tefek annem ve oniki
yaşındaki ben arkada karanlıkta hiçbir şey izleyemeden öylece filmi
dinlemiştik. Annemin sitemlerinden birkaç hafta sinema lafı edememiştim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder