Çok çok uzaklarda dumanlı başından karları hiç eksik
olmayan, eteklerinde keçeden heybeleriyle hayvanlarını otlatan çobanların
yaşadığı ulu kocaman bir dağ varmış. Issızlığın ortasında koyunların
boyunlarındaki çıngırak seslerinden, çalıların arasında gezinen rüzgar
fısıltısından başka ses duyulmayan yerden, birkaç yeşil ağaç ve ince ince tüten
dumanlarından köy olduğu fark edilen taşa toprağa bulanmış evlerine bakarmış
çobanlar. Bütün gün hayal kurmaktan başka yapacak hiç bir şey bulamadan
alabildiğine uzanan boz ovalara , kıvrılarak giden toprak yollara , o yolların
minik tepelerin ardında kayboluşlarına ve başka yerlerdeki başka hayatlara
uzanışlarına bakar, hayal etmeye çalışırlarmış hiç bilmedikleri hiç
görmedikleri şeyleri…O yollardan gelenlerin anlattıkları da bir sonraki günün
hayallerini daha zengin kılarmış. Işıklı şehirler, apartmanlar, kalabalık
caddeler, deniz, vapur, beyaz tenli, çıplak bacaklı , sarı saçlı kadınlar, para
karşılığında alınan şeyler.
Heybelerinden çıkarttıkları tandır ekmeği ve bir baş soğanı yerken;
baklavayı, kebapları, dumanları üzerinde bol kepçe lokantaları düşünürlermiş.
Henüz şehre inmemiş bu kara kuru genç çobanlar hiç bilmeden, sadece
anlatılanlardan yola çıkarak… Çeşni olsun diye azıklarının yanında kuş ekmeği,
boğa dikeni, ışkın’ı kaçakçılardan
aldıkları işlemeli çakıları ile soyar temizler, ekmeklerine katık ederlermiş.
Çalılardan koparttıkları dikenle dişlerini karıştırırken toprağa uzanıp, göğün
içinden doğup aşağılara ayak uçlarına kadar inen kocaman dağa bakarlarmış.
Biraz ürkek, tedirgin ve saygıyla hayalleri yön değiştirir, dağla ilgili
anlatılanları düşünmek istemeseler de yine de her biri ardı ardına üşüşürmüş akıllarına.
Sihirli
bir dağmış burası. Tepesinde ne varsa , o karların buzların zirvesinde,
mitolojik bir canavar mı yoksa yanındaki küçük kız kardeşi olan dağla
geçinemeyen aksi bir kadının taşa çevrilmiş kötü ruhu mu? Bu dev dağ kadın
kimsenin yukarı çıkmasına izin vermezmiş. Dünyanın dört bucağından dağcılar
gelip tüm gün dağa çıkar, hava karardığında uyumak için kamp kurarlarmış Yarına zirveye biraz daha yakın olacağız
sevdasıyla uykuya dalar, gözlerini açtıklarında kendilerini aşağılarda
başladıkları noktada bulurlarmış. Dağ onları bir türlü misafir etmek
istemezmiş, ileriye gitmek isteyenler karlı bölgeleri aşıp zirveye yaklaşırken…
Kimi zaman da yutarmış dağ onları, sislerin içine hapseder kimilerini aşağılara
sonsuz kuyu gibi boşluklara itiverirmiş. Bu dağın en büyük sırrı ki bunu tüm
evrende merak etmeyen yokmuş. İçinde bir gemi barındırırmış. “ Nuh’un Gemisi
Çocukluğum Ağrı Dağ’ının yakınında Ağrı
şehrinin Eleşkirt kasabasında geçti.
Bazen Nadime Nine’nin anlattığı öykülerine karışırdı Ağrı Dağı Efsaneleri.
Şadyan Köy’ünden evine, torunlarına bakabilmek için ekmek toplamaya -Öyle söylerdi- yürüyerek iki büklüm inerdi kasabaya. Her gün çamaşır yıkamaya bir eve gider
,yıkadığı çamaşırların karşılığında evin hanımı ona, un ekmek, ya da evde ne
varsa köyüne götürebileceği eski giysiler, ayakkabı ıvır zıvır verir, gün batarken
sırtında çuvalı dönerdi köyüne. Bize geldiğinde o çamaşırları sıcak suda
kızarmış ve buruş buruş olmuş elleriyle çitilerken bende onun yanı başına
oturur ”Haydi hikaye anlat!” diye tuttururdum
“Ben
hikayat mikayat bilmirem, bilsem de söylemirem.” diye söze başlardı. Ardından
upuzun tekerlemesine başlayınca anlatmayacak
mı kaygısı neşeye karışır, onun dişsiz ağzına biriken iğrenç beyaz
akıntıya aldırış etmeden dudaklarından, ağzından bal akıyormuş gibi pür dikkat
dinlerdim onu. Şimdi anlattığı öykülerin sadece büyüsü kaldı aklımda. Uzun
yıllar önce yaşadığım o kente dair de her şeyin sadece büyüsü…
Her yaz bir yanda sapsarı buğdayların saplarından ayrılması
için kızak gibi iki hayvanın çektiği
dövene biner, taze buğday kokusuyla
başak sarısı bir dünyanın içinde başım dönene dek masmavi gökyüzü ve pamuk
beyazı bulutlarla kendimden geçinceye kadar dans ederdim. Bu dansımı kışın buz
tutmuş kentin ana caddesinde atların çektiği kızakların üzerinde , kirpiklerim
buz tanecikleri ile doluşurken, gökyüzüne başımı kaldırır, milyonlarca kelebeğe
benzeyen kar tanecikleri ile sürdürürdüm
“For your
informatıon”, “My my Delilah”, “Yesterday”, “Ayrılanlar için” … Plaklar
dönerken minicik pikabımda , dans ederdim. Uzun saçlarım Yoko Ono gibi ortadan
ayrık ve hep gözlerimi kapatırdı. Babam kızardı. “Şu saçlarını arkadan
toplasana, yemek yerken içine girecek. hem de güzel yüzünü kapatıyorsun” On üç
yaşındaydım ama kocaman bir genç kız gibi görünüyordum. Kürt delikanlıların
gözü bende. Kimisi pencerenin içine aşkından deli divane olduğunu yazan pusula
koyuyor, kimisi küçük kardeşi ile bana haber uçurtuyor; “Ağabeyim seni
kaçıracakmış.” Okula giderken başımı
yerden kaldıramıyorum. Dükkanların önünde dizilmiş gençler sırıtarak kızlara
laf atıyorlar. Hepsinden nefret ediyorum. Ağlıyorum, sinirleniyorum. Ben
benimle ilgilenmeyen büyük erkekleri beğeniyorum. Komando giysileri içinde
teğmenleri, Kente zaman zaman gelen sarışın kibar misafirleri , Cüneyt
Arkın’ı özellikle Nepal’e gitmek için
yollara düşmüş, her gün kapımızın önünden geçen turistleri. Hippi çağını
yaşıyorduk. Amerika’dan Avrupa’dan rengarenk boyanmış minübüsleri
üstü açık jipleri , sırtlarında
parkaları, uzun saçları rüzgarda savrula savrula kızlı erkekli binlerce insan… Yakışıklı, genç
tüm çiçek çocuklar hepsi bizim kapımızın önünden geçip, mavi gözleri ile bana
gülümsüyordu. Ben de onları “Bye bye
“diye bağırıp el sallayarak uğurluyordum. O zaman onların nereye gittiklerini
bilmiyordum. Turist görmek o kadar sıradandı ki bizim için, tek istediğim
onların jipine binip, tekrar geri gelebileceğim yere kadar onlardan biriymişim
gibi birlikte seyahat etmek..
Bir keresinde bu hayalim gerçek olmuş,
Zigana Dağ’ında gece vakti otostop yapan iki turist genci babam arabamıza almıştı.
Orta iki öğrencisi olan ben, babamın ısrarlarıyla onlarla İngilizce
konuşmuştum. “Hello”, “ How are you?”,
“Thank you”, “Wath is your name?”
ne müthiş bir geceydi benim için. Birlikte bir dağ lokantasında kuru fasulye
pilav yemiştik ardından babam onları Eleşkirt’e vardığımızda otele
yerleştirmişti. “Bunlar benim misafirlerim, para almayın hesabı sonra ben
öderim. Uyuyup, dinlenip yollarına öyle devam etsin garibanlar.”
demişti. Sonrada turistlere cadde üzerinde ki tek katlı harabe binayı
göstererek “İşte burası! Dingo’nun Ahırı.” Elini başının altında
yastık gibi yaparak gülmüştü. “Haydi
uyuyun biraz!” İçimde tarifsiz bir
mutluluk ve gönül rahatlığıyla eve
dönmüştüm. Otel kötüde olsa sabaha karşı otostop yapan iki genci dışarıda yol
kenarında bırakmamıştık. Onlarca yolu yürüyerek kat etmeleri
beni hayrete düşürüyor, hayranlığımı bir kat daha arttırıyordu.
Şimdilerde
aynı yolu otostopla yürümeye cesaret edenler var mı? Bunca ışıklı
konaklayabilecekleri benzin istasyonları, yol boyunca çok daha fazlalaşan
trafik, Jandarma ve Polis kontrolü… Ama dünya değişti… Her şey değişti...
İnsanlar, politikalar, beklentiler, kutsal saydığımız değerler.. Savaşan bir
dünyada, savaşın gerçek nedenleri ki
bunun cevabını bulamadan ülkeler yeni bir savaşın içinde buluyorlar
kendilerini. İnsanoğlu her gün biraz daha çirkinleştiriyor dünyayı...
Zehirliyor, yakıyor kurutup çöle çeviriyor. O naif beyinler mutasyona uğrayıp
daha bir acımasızlığa yöneliyor. Turistler, Ağrı sınır kapısına oradan da Tibet’e
giden onca yolu şimdi yürüyerek gidebilirler mi? Teröre kurban olmadan sınırı
geçebilseler bile hangi yolu deneseler bir savaşın içinde bulacaklar
kendilerini. Mayınlara basmadan, tanklardan, füzelerden binlerce parçaya
bölünmeden yürüyebilselerdi keşke.
Babam
Ankara’ya iş seyahatlerine giderken, annemi ve biz üç kardeşi komşulara gönül
rahatlığıyla emanet ederdi… Henüz ayrımcılığın, terörün ne olduğu bilinmezken.
Bizi tek korkutan uzun paltosu, elinde dirgeni ile dolaşan deli Kemal’di. Çocukları
görünce elindeki dirgeni sallayarak “Benim oğlum, kırmızı oğlum! “ diye
peşlerinden koşturur, onları korkuturdu. Kimi zamanlar da aç kaldığı için köy
basıp yiyecek içecek isteyen hapisten kaçmış birkaç gariban eşkıyadan söz
edilirdi. Sonra ve sonra… Nasıl olmuşsa olanlar olmuş, dış güçler, içimizdeki
düşman o masum kasabaların üzerine karabasan gibi çökmüştü. Tertemiz yürekler
nifak tohumları ve kinle beslenmiş, o güzel çobanlar evine para götürebilmek
için belki de silahla kendilerini daha güçlü hissedebilmek için, dağlarda,
kamplarda ülkeyi iç savaşla çökertmeye çalışan canavar beyinlerin tutsağı
olmuş, kendi canının, kendi insanının ölümüne ve giderek yok olmasına neden
olmuştu
Ağrı Dağ’ndan
uçup çayır çimene düşen o eski çobanlar yok şimdi. Çiçek çocukları da geçmiyor
o yollardan. Ölüm sessizliği var o yollarda. Asker anaları karakışından
korkarken bir zamanlar, şimdi hain terör kurşunlarından korkuyorlar. Cüneyt
Arkın’a aşık kızlarda yok duyduğuma göre çünkü Ağrı’nın sineması da kalmamış şimdilerde.
Ve hayretle öğrendim ki doksanlı
yıllardan sonra gelmiş kimi köylere elektrik, televizyon... Laz bostancının
sarı ayvaları, kestaneleri damağımda tat kalmış. Keşanlı Safiye hanımlar,
Ödemişli Nevzat beyler de çoktan göç edip gitmişler. Doktor Turgut Bey kasabayı
ve halkını çok sevip oralı olmuşken, şimdi öğretmenler, doktorlar, su işlerinde
çalışan mühendisler de tayinlerini tez zamanda
başka yerlere aldırıyorlar. Terör kaçırttıkça medeniyette giremiyor doğuya.
Okuma yazma olmayınca da terör bitmiyor Bu nasıl bir kısır döngü? Oysa ki kızımı da alıp bir kara trene
binebilseydim, Ağrı Dağ’ının çayır çimenini bir daha görebilseydim… Keşke Ağrı Dağ’ı bana çocukluğumu geri verebilseydi.
Muhteşem bir yazı... anlatamayacağım kadar gerçek ve duru anlatımı ile insanı saran ve anlatıldığı yere götürüp bırakan bir yazı..
YanıtlaSilSeni Kutlamama izin ver sevgili Aydan hatta sarılıp alnından öpmeme.. Geçmiş güzel günlerinin büyüsü ile tanıştırdığın için .. Ve kendi büyülü günlerime tekrar götürüp orada bıraktığın için..